12 Mart 2014 Çarşamba

“Ya başaracağız, ya başaracağız çocukları yaşatmayı”



Nasıl anlatılır, doğru kelimeler nedir bilmiyorum. Üzüntüden bir sürü yanlış şey yazacağım muhtemelen. Uykusuzum. Çocuklar ölürken susulmuyor, çocuklar ölürken uyunmuyor.

Bir ölümün diğer ölümden farklı olduğunu bile acımasızca bize öğreten, söyleten bir dünyada yaşamak zorundayız. Anlık olanla, bekleyişe mahkûm edilip vuran arasında da fark var.

Hastane duvarı dibinde beklemek örneğin, saatlerle sayılı sürede sizi bir deliliğin içine çeker götürür. Deliliğe her saniye eklenen umut bir süre sonra saçma bir neşe düşürür ruha. Her şeyin iyi olacağına inanma süreci başlar. Mucize kavramı aklına bile gelmez ve her şey olağan iyiliğindedir. Doktorların söylediklerinin içinden 2 - 3 tane olumlu kelime seçer birleştirirsin. Tamam işte! İyileşecek, iyileşiyor, kurtulacak dersin.

Kimisi için 5 kimisi için 269 gün sürer umut. O deliliğin bittiği, gerçekle yüzleştiğin an yaşanan acınınsa tarifi yok.

Anların da beteri var...

Sevdiğini, can parçanı toprağın altına koyduğunda en büyük çaresizlikle yüzleşiyorsun. Hadi gidelim deyip elinden tutup eve, okula, gezmeye götürdüğün yavrunu, canını orada bırakacaksın ya, toprağa yabancılaşıyorsun, hayata, her şeye. O an baştan ayağı acı oluyorsun, damarlarından isyan fışkırıyor. Bırakamıyorsun. Seriyorsun gövdeni toprağın üstüne. Nasıl kopacağını  bilemiyorsun. Çoğunlukla dost eller çekip alıyor seni içinden öfke kusuyorsun iyiliklerine.
Sonra en çok üzülen sensin sanıyorsun. Başkalarının üzüntüsünü kıskanıyorsun. Kimse konuşmasın, adını anmasın istiyorsun. Yaralı yerlerine yerleşen deliliğin bir türlü geçmiyor işte. Artık onlarla insan oluyorsun.

Gençse ölen, çocuksa ölen, haince öldürülmüşse o zaman daha da başka bir çilenin içine giriyorsun. Hayat her bir hücrenin ucunu bulup karmakarışık ediyor. Öfkeli hücren, acılı hücren, isyankâr hücren, korkak hücren… Hangisi daha güçlüyse o direnmeye başlıyor. İncecik bir ipten, bir ağaç gövdesine dönüşüyor sarılıp ağlıyor, tutunup kalkıyorsun.

Gidenin arta kalan çocukluğunu, gençliğini yedirmemek için sefillere yaşamak istiyorsun. Başı dik, güzel yüzlü cesur çocukların sel olduğunu görüyor gözyaşına gururunu katıyorsun. Onlara bakıp cılız bir 'ne olur dokunmayın' yalvarışıyla boynunu bükerken yine onlardan utanıyor, bedenini de, ruhunu da dikleştiriyorsun.

“Ya başaracağız, ya başaracağız çocukları yaşatmayı” diyorsun.