29 Haziran 2010 Salı

Midyat

Miladın öncesinden beri var olan şehir, sanki insanlıkla başlamış gibi zamansızdır... Miadı hiç dolmadan gelip geçen insanoğluna mekan olmuş, elle tutulur mucize...

Kaç halk, kaç dil, kaç din yeşermiştir toprağında bilinmez... Ama her birinden derin izler taşır... Dünyaya nam salmış evlerinin geniş avluları gibi geniş yüreğiyle, kollarını sığınmak isteyen herkese açar Midyat...

Mağaralar şehri Matiate'den, taşın sanat haline geldiği Midyata dönüşen adı ile göreni kendine aşık eder. Güneydoğunun nazlı ve gururlu gelini gibidir Midyat. Dokunsan kırılacak gibi ama dokunulamayan.

Hiçbirinin gölgesinin bir diğerinin üzerine düşmediği evleri, yanyana göğe yükselen 3 dinin kutsal mabetleri, nakış gibi işlenen gümüşleri ve sabrın sanatı telkarisiyle Midyat nadide bir eserdir...

ummanlardan bin metre yüksekte elini uzatsa dokunacağı yıldızların altında dağlardan akan suyla hayat bulan şehir, insanoğlunun ezberini tümden bozacak bir ruha sahiptir... Sevgi, barış ve kardeşlik arıyorsa gönül... Onu Midyat da bulacaktır...

17 Haziran 2010 Perşembe

Truva

GÜZELLİĞİN KAPISI BİR EFSANE İLE AÇILDI

GÜZELLİK AŞK OLDU

AŞK SAVAŞ

SAVAŞ HİLELİ DEVASA ATLARA DÖNÜŞTÜ

ATLAR GÜZELLİKTEN SAVAŞA GİDEN BİR YOLUN YOLCUSUNA

OYSA KIRLARDA ÖZGÜRCE YELELERİNİ SAVURURDU ATLAR, EN AZ BİR KADIN KADAR GÜZEL

AMA HÜKMETMENİN, SAHİP OLMANIN VE KAN DÖKMENİN SİMGESİ OLDU TRUVA’DA

VE GÜZELLİK UNUTULDU…

TRUVA – SAVAŞIN KAPISI

Elma çoktan yasak meyve ilan edilmişti masaya düştüğünde. Ve tanrıçalar, üzerinde en güzele yazan altın elmayı görünce, sadece kadındılar, en güzel olmak isteyen…

İda dağının çobanı Paris, tanrıçalardan daha güzel Helen için verdi elmayı Afrodite…

Paris in kalbi ne kadar Helen de ise

Menelaos un aklı o kadar Truva’daydı

Ve kadınını alınca Truva’nın oğlu

Sadece beklediği bahaneyi buldu Akha’nın kralı

Tanrılar, canları sıkılmış geziyorlardı Olimpostan İda’ya…

Ve tanrılar savaş istiyorlardı krallarından

Küçüktü insanoğlu, ne kadar zayıftı güzelliğin karşısında…

Bir kadına, bir şehir feda edecekti Paris. Ve kana susamıştı, kılıç tutan elleri kaşınan savaş çığırtkanları...

Karanlık bastığında Ege kıyılarına, çığlıklar dövecekti Truva’nın kalbini

Ateşler arasında feryat eden bin kadının çığlıklarıydı onlar, bir kadının aşkı için kendi aşklarından vazgeçen

Savaşın kapısı açılmıştı ve savaşa âşık olanlar görmek istemediler Hektor’un bilgeliğini…

Kılıcını güvercin yapmıştı Hektor, barıştı gövdesinin adı. Ama tanrılar savaş istiyordu ve küçüktü insan.

Bir elinde tanrısal gücü, bir elinde Briseis’in saçlarını tutan Aşil, sürükleyince Hektor’un cansız bedenini Truva da, pişman oldu Hekabe Paris’i yaşattığına…

Tanrılarsa güldüler tanrıçalarıyla, dağılırken Truva

Taraf tuttular savaş oyununda

Açılınca ardına kadar karanlığın kapısı, oluk oluk kan aktı İda’dan egenin mavi sularına

Yetmedi bu kadar kan ve gider gibi yapıp, barışa el sallarken odissea, tanrıların hediyesini bıraktı Truva’ya

Zaferin sarhoşluğuyla dev aynasına bakan kör Truvalı, açtı tanrıların hediyesine kapısını ve yüzyıllarca anlatılacak hileli hikâyeyi aldı şehrine

Savaşın kapısı bir kez açıldı mı sonsuzdur yolu

Çünkü kötülüğün dostu çoktur

Truva’nın tahta atından şehre yayılan kan, yüzyıllarca anlatılan bir destana dönüşünce, sanatın ilk büyük söz ustası oldu Homeros

Büyük usta Homeros

Savaşın şairi

Bekledi ömrünce açılan savaş kapılarını

Ve güzellikten aşka, aşktan savaşa açılan kapıların sanatını çaldı tanrıçalardan

Söz yazıya döndü.

Yazı resme…

Görünce resimdeki sanatı tanrılar savaşın kapısını sonsuza dek kapadılar. Büyümüştü insan…

Mardin

Bu Şehrin damarlarından kan yerine insan akar. Daracık sokakları birbirine bağlaya abbaralar, evlerin altında gizemli bir yolculuğa çıkarır insanı. Hayata abbaralardan geçilir Mardinde. Karanlıktan ışığa açılan geçitlerin üzerinde evlerin odaları vardır çoğu zaman. Aşkların, acıların, yeni başlangıçların yaşandığı, kimi zaman bir bebeğin dünyaya ilk haykırışının duyulduğu odalar...

Taş evlerin avlularında oynar büyüyen bebekler. Gerçekten dardır sokakları şehrin, oyuncakların bile sığmayacağı kadar.

Geceleri, pencerelere Suriye nin ışıkları vurur birer yıldız tanesi gibi. Bir el uzaklığındadır diğer ülke. Bir insan sıcaklığında...

Dağ yamacındaki gerdanlık, selam eder 3 dinin mabedi ile dünyaya. Kutsal kelimeler yükselir her bir adımından.


Tarihin yazılmadığı, yaşandığı şehirde bir ressamın fırçasından çıkmışçasına ahenklidir renkler. Âşık olmaksa bir şehre kalbin meyli, Mardin öylece bekler onu bir gelin gibi.

Dünyanın koruduğu büyülü güzelliği ile şarkılar yollar "gel" der Mardin sevdalısına. Ve ruhun kanatları süzülür Mardin’e doğru, sevgiyi, barışı ve sanatın şehre dönüşmüş halini görmeye...

Batman

Suyun gözyaşı gibi aktığı, hüzün kokan şehir, bağrında Hasaykeyf mucizesini saklar.

Etrafa yayınlan petrol kokusunda ise, Raman Dağı’nın bölge insanına sunduğu gücün etkisi hissedilir…

Su, petrol ve tarihi zenginlikleriyle dünyanın uğruna savaştığı tüm varlıkları cana yakın insanları ile paylaşan Batman’da hayat bu mucizelerle uyumlanmış gibidir…

1000 den fazla mağarası ile doğal güzelliklerini taçlandıran şehir, zenginliğin tarihteki en büyük temsilcisi Sultan Süleyman’ın mührünü taşır kemerli kapılarında.

Hasankeyfin mağrur duruşu ile yücelen Batman, gerçek zenginliğin gözle görülenin ötesinde olduğunu anlatan bir bilge gibidir.

İnsan eliyle, ilahi dokunuşların buluştuğu yerden sükunet ve sadeliğin anlaşılmaz ihtişamı hissedilir.