27 Mayıs 2014 Salı

Kolera günlerinde aklını korumak…

Birkaç gece önce ikinci kez Kolera Günlerinde Aşk filmini izledim. Sinemadan anladığımı iddia etmesem de izlediğim iyi uyarlamalardan biri olduğunu düşünüyorum. Karanlık odada Javier Bardem’in filmin üstüne çıkan oyunculuğuna kapılmışken diğer yandan da Erich Fromm’un Sevme Sanatı’nda ayrılık acısı ile başetmeye çalışırken saptığımız yolları anlattığı bölüm geçir aklımdan.

Ve film ilerliyor…

Sonra yarı uykulu halden uykusuz düşünceli saatlere geçişime sebep olan replik asılı kalıyor kulaklarıma;
“Aklımı kaçırmamak için yapabileceğim tek şey rutinime devam etmek” diyor Florentino Ariza…
Ardından birkaç gün geriye gidiyorum. Ülke gündeminin asap bozucu ağırlığı altında uyandığım bir sabah 140 karakterde hangi cümle ile sosyalleştiğimi hatırlıyorum.

“Bütün sıradanlarımızı, rutinlerimizi, sabitlerimizi kaybettik. Başka bir hayatı yaşamaya zorlandık. Sadece ölüm konuşuyoruz. Yaşam hiç yok.”

Kimi zaman “bu topraklar” diye tabir ettiğimiz, sınırları oldukça geniş, bizler açısından ise belli çizgilerle sınırlanmış kara parçasında ölümün binlerce yıldır elini kolunu sallayarak gezdiği bilgisi bize hücrelerimiz kadar yakın. Her zaman pervasız, her zaman acımasız ve her nedense hep aynı kesimleri hedef alan ölümlerden bizler de payımıza düşeni alıyoruz.

Uzay zaman ilişkisini yerle bir edercesine az zamana sayısız kötülük sığdıran, aklımın alamayacağı vicdansızların arasında hayatımızı, sevdiklerimizi, insanlığı, insanlığımızı ayakta tutmaya çalışıyoruz. Ancak an be an bir parçamız dağılıp gidiyor. Bedenimizi, akıl sağlığımız düşünmeye fırsat bulamıyor giderek dengemizi, bize iyi gelen şeyleri, gülümsemeyi, nefeslerimizi kaybediyoruz.

Çok kısa sürede işlevsiz yığınlara dönüşme riski taşıyarak, istemeden de olsa pesimizmin karanlık sularında boğulma ve tasavvuftaki anlamından tamamen uzak bir hiçliğe düşme yolundayız.

Üstelik acayip zorunluluklarımız var. Herkes bizden fiziki olarak ya da cümlelerimizle her konuda hassasiyetimizi belirtmemizi bekliyor. Israr ediyor, tenkit ediyor, zorluyor. Acıyı, fikirleri, olguları içimizde yaşayıp belli süzgeçlerden geçirip sönümlememize ya da alevlendirmemize fırsat yok. Anlık tepkisellikle topluca içimizdekileri boşaltmalı, tek bir gündem bile atlamamalıyız.

Her şey fazlasıyla ağır…

Olaylar silsilesi durmak yerine sıklaşıyor... Biz de hayatı daha sık dokumaya çalışan ömrü kısa ipek böcekleri gibiyiz...  Amaçlarımızdan, hayatımızdan giderek sapıyoruz...

Oysa aynen Florentino gibi sabretmeli ve rutinlerimize sarılmayı da unutmamak gerek belki…

Kitaplarımıza, dinlediğimiz müziklere, filmlere, futbol maçlarına, sevdiklerimizle her şeyden uzak bir sohbete, çiçeklerimize o günlük sıradan vakitleri ayırmalıyız. Müzik dinlemeye, günaydın demeye utanır hale geldik ve bir sonraki adım ne bilmiyorum. Ama bu ürkütücü gride, bu koleradan beter günlerde sabitlerime, rutinlerime utanmadan sarılmayı seçiyorum…


12 Mart 2014 Çarşamba

“Ya başaracağız, ya başaracağız çocukları yaşatmayı”



Nasıl anlatılır, doğru kelimeler nedir bilmiyorum. Üzüntüden bir sürü yanlış şey yazacağım muhtemelen. Uykusuzum. Çocuklar ölürken susulmuyor, çocuklar ölürken uyunmuyor.

Bir ölümün diğer ölümden farklı olduğunu bile acımasızca bize öğreten, söyleten bir dünyada yaşamak zorundayız. Anlık olanla, bekleyişe mahkûm edilip vuran arasında da fark var.

Hastane duvarı dibinde beklemek örneğin, saatlerle sayılı sürede sizi bir deliliğin içine çeker götürür. Deliliğe her saniye eklenen umut bir süre sonra saçma bir neşe düşürür ruha. Her şeyin iyi olacağına inanma süreci başlar. Mucize kavramı aklına bile gelmez ve her şey olağan iyiliğindedir. Doktorların söylediklerinin içinden 2 - 3 tane olumlu kelime seçer birleştirirsin. Tamam işte! İyileşecek, iyileşiyor, kurtulacak dersin.

Kimisi için 5 kimisi için 269 gün sürer umut. O deliliğin bittiği, gerçekle yüzleştiğin an yaşanan acınınsa tarifi yok.

Anların da beteri var...

Sevdiğini, can parçanı toprağın altına koyduğunda en büyük çaresizlikle yüzleşiyorsun. Hadi gidelim deyip elinden tutup eve, okula, gezmeye götürdüğün yavrunu, canını orada bırakacaksın ya, toprağa yabancılaşıyorsun, hayata, her şeye. O an baştan ayağı acı oluyorsun, damarlarından isyan fışkırıyor. Bırakamıyorsun. Seriyorsun gövdeni toprağın üstüne. Nasıl kopacağını  bilemiyorsun. Çoğunlukla dost eller çekip alıyor seni içinden öfke kusuyorsun iyiliklerine.
Sonra en çok üzülen sensin sanıyorsun. Başkalarının üzüntüsünü kıskanıyorsun. Kimse konuşmasın, adını anmasın istiyorsun. Yaralı yerlerine yerleşen deliliğin bir türlü geçmiyor işte. Artık onlarla insan oluyorsun.

Gençse ölen, çocuksa ölen, haince öldürülmüşse o zaman daha da başka bir çilenin içine giriyorsun. Hayat her bir hücrenin ucunu bulup karmakarışık ediyor. Öfkeli hücren, acılı hücren, isyankâr hücren, korkak hücren… Hangisi daha güçlüyse o direnmeye başlıyor. İncecik bir ipten, bir ağaç gövdesine dönüşüyor sarılıp ağlıyor, tutunup kalkıyorsun.

Gidenin arta kalan çocukluğunu, gençliğini yedirmemek için sefillere yaşamak istiyorsun. Başı dik, güzel yüzlü cesur çocukların sel olduğunu görüyor gözyaşına gururunu katıyorsun. Onlara bakıp cılız bir 'ne olur dokunmayın' yalvarışıyla boynunu bükerken yine onlardan utanıyor, bedenini de, ruhunu da dikleştiriyorsun.

“Ya başaracağız, ya başaracağız çocukları yaşatmayı” diyorsun.

5 Ocak 2014 Pazar

İyi ki doğdun Berkin…



Nice engeller boranlar seni bekler canım oğlum,

Mavilikler senin ama şehirlere borçlu doğdun.

Efkan Şeşen'in 90'lı yıllardan aklımda kalan bu şarkisi son günlerde yine dilimde. Berkin'in adı geçen hem cümle, hem konuşma şarkinin ilk sözlerine girizgâh oluyor. 'Gözlerini açtığında sevindik canım oğlum'

Hiç birimiz anne babasının hissettiği kadar yoğun hissedemeyiz acıyı. Ama nefesi vicdaninin sesiyle daralan, yüzünden hüzün gecen her insan için büyük bir üzüntü Berkin'in uykusu...

Mayıs ayında her birimize 'yalnız değilmişiz' duygusu yaşatan günlerin umut kalıntıları hala içimizdeyken şimdi en büyük umudumuz Berkin'in uyanması...

Uyanıp kocaman kara gözleri ile dünyaya baktığında çok şeyin değişmiş olduğunu görmesi. Olan biteni ona anlatma yarışına girenlerin heyecanını paylaşması. Ama en çok da anne babasına ilk gülümsemesi. Bütün bunlar bizim hayallerimiz ve gerçek olacağına inanıyoruz...

Bu gün Berkin'in doğum günü. 2 gün arayla doğmuşuz. Hiç anlamam, inanamam da ama ikimiz de keçi burcundanız. Tepelere inatla tırmanan, yüksekte bir dalın ucundaki yaprağı dişlerinin arasına alana kadar direnenleriz. Berkin simdi hepimizden daha güçlü. Hayata direnişini sürdürdüğü her gün de bizi bu gücün içine çekiyor.

Uyandığında kendini içinde bulacağı dev sevgi çemberini gözümde canlandırdıkça neşeleniyorum. Çok güzel olacak her şey çocuk. Kara gözlerini açtığında biz senden daha çocuk olacağız sevinçten. Hepimizle dalga geçme hakkı da senin. Dilediğin kadar eğlen bizimle...

Masalları yeniden yazıyorsun uyurken. Her bir günün bir asra döndüğü bu günlerde 100 yıl geçmiştir bile. Merak etme uyuduğun şatoya girmek için kimse dalları kesmiyor. Sen zaten o dalları kırmak isteyenlere karşı çıkışı gördün. En derin uykunda tutun o dala ve ayağa kalk. Seni bekliyoruz...

Seni seviyoruz...

İyi ki doğdun Berkin…

2 Ocak 2014 Perşembe

Bahçe ve gökyüzü…



Bahçe ve gökyüzü... Hangisini daha çok sevdiğini bilmeyen evsiz adam...

Çocukken burnuna nohut sokmuştu. Günler sonra burnundan sarkan yeşil şeyi annesi çekip çıkardığında aklından geçen cümle 'rengi çok güzel’ olmuştu. Çocuk ağaçları hayal etmeye başladığında annesi onu kızılcık sopasıyla dövmeye girişmişti bile. Ama o ağaç kadar dayanıklı olmayı öğreniyordu. Cani acımamaya başladı bir sure sonra.

Bahçe ve gökyüzü... Hangisini daha çok sevdiğine bir türlü karar veremeyen evsiz adam...

Çocukluğunda ayaktopu oynarken salonun camını kırmıştı bir kez. Babası eve donup kış günü kırılan camı görünce çok sinirlenmişti. Çok para tutacaktı ama mecbur yerine yenisi takılacaktı. Eve soğuk giriyordu. Gece daha da soğuk olacaktı. Cebindeki paranın yarısını camcıya verdikten sonra tekme tokat sokağa attı çocuğu babası. Çocuk bütün gece yıldızları saydı. Soğuktan saklanmıştı yıldızlar ama o görüyordu hepsini yine de. Sokak lambasının ışığıyla birlikte titrediler sabaha kadar. Hava aydınlansa da çocuk güneşi göremiyordu. Güneş bulutların arkasına saklanmıştı. Üşümemeyi öğrendi o gün çocuk.

Bahçe ve gökyüzü... Hangisini daha çok sevdiğini anlayamayan evsiz adam...

Gençliğinde bir kadın sevmişti. Boyalı sarı saçlı, etine dolgun, yürürken gölgesine bile çalım atan cinsten. Kadın da adamı sevmişti bir süre. Salonunda tek koltuğu olan, küçük yatakodalı bir evleri vardı. Sonra şehrin merkezinde bir ev istemişti sarı saçlarını savurarak. Şehrin merkezinde, duvarları birbirine yapışık binaların semtinde bir eve taşındılar. Duvardan duvara halı istedi kadın. Döşediler. Daha büyük salon dedi. Başka eve geçtiler. Daha büyük mutfak dedi. Daha çok koltuk, daha çok perde. Ne bahçe istedi, ne de gökyüzü. Çoğaldıkça yetmeyen eşyalarından sıkıldı bir gün. Kaldırımlarda kendi gölgesine çalım atarak yürümeye başladı. Her gün daha uzağa yürüdü. Uzaklarda küçücük odalı, salonun tek koltuk bulunan bir eve girdi ve dönmedi. Adam terk edilmeyi öğrendi.
Bahçe ve gökyüzü… Bir ara hangisini istediğine karar vermişti ama hatırlayamadı evsiz adam.
Adam her şeyin çok olduğu eve geldiğinde hiç bir şeyi yokmuş gibi hissetti. Nefes alamadı. Evde ne ağaç, ne yıldız vardı. Dışarı çıktı... Ertesi gün olduğunda sonsuz daireli binanın sakinleri ardına kadar açık bir kapı gördüler. Evde sadece bir sandalye eksikti.

Bahçe ve gökyüzü... İkisini birden istediğine karar verdi evsiz adam.
Elinde sandalyesiyle koşmaya başladı. Canı nerede isterse orada oturup soluklandı. Günler, geceler geçti. Binaların bitip ormanın başladığı yere vardığında en yakınındaki ağaca tırmanmaya başladı. Onu taşıyacak en ince dala kadar hızla gökyüzüne yaklaştı. Gece olana kadar bekledi. Yazın ortasında şehirdeki insanların yerini gökyüzündeki yıldızlar almıştı. Gökyüzü çok kalabalıktı. Hayatında ilk kez fazladan bir şey istedi adam. Yıldızlara yakın olmak için daha ince dallara tutundu, ayağını attığı anda dal çatırdadı. Öylece durdu adam. Dev gibi bir bahçede ve sonsuz gökyüzünün altında hayatı ne kadar sevdiği fark etti. O günden sonra adamı görenler yüzündeki gülümsemenin hikâyesini anlatmasını istediler. Herkesi yetecek kadar hikâyesi vardı… Hayal kurmayı öğrendi adam...

02.01.2014

Bir terapi yöntemi olarak yemek programı izlemek…

Bir terapi yöntemi olarak yemek programı izlemek…

Sosyal arkadaşlık sosyal içicilik gibi… Dışarı çıkmayınca yaşanmıyor ve ortam arkadaşlarınla yakin teması kaybedip ortama akmama başlıyorsan ortada herhangi bir iletişim ve ilişki türü de kalmıyor...

Bunda anormal bir durum yok. İş ve okul arkadaşlığında da böyle… Hayatin her alanı o kadar yoğun yaşanıyor ki farkında olmadan çok dar bir alanda zaman tüketmeye başlıyoruz. Kendimizi önemli hissetmek, varlığımızı dünyaya ilan etmek açısından da bu küçük alanlar tüm ihtiyaçlarımızı fazlasıyla karşılıyor. Böbürleniyor, birbirimizi ovuyor, birlikte eğleniyor ve sonunda gidip uyuyoruz... İmdada yetişen sosyal medya olmasa hepimiz yıkama, yağlama makinesine döneceğiz. Şimdi hepimiz laykçıyız, favoriciyiz…

Sosyal yaşamın dışarıda olan kısmından el etek çekince yakın, uzak tanıdığımız insanların büyük bir yüzdesi yaşam dairemizin dışında kalıyor ve başka kümelere katılıyor. Bizler de evciller kümesinin elemanı oluveriyoruz. İşin garibi bunu doğal kabul etmenin yanında, bir süre sonra “üstümden yorgunluğumu atmış gibiyim” deyip içe dönüyorsun. Benim de zihinsel faaliyetler açısından bu sükûnete, kendime zaman ayırmaya, kendim hakkında düşünmeye ihtiyacım varmış. Ve elbette ki bu kopuşlar arasında bir kaç kişi ile de sağlam ve kopmaz bağlarla bağlandığını fark ediyor, fazlasıyla doyurucu olan bu dostluklara da bir kelebeğin kanadına dokunur gibi dokunuyor, sakınıyorsun...

Ne demiş büyük reis Kafka...

“Dışarıya kapanmak esasen içeri açılmaktır. Huzur mu istiyorsun? Az insan, az eşya...”

Farkındayım, özlü söz paylaştım. Kimseden daha iyi, daha kotu ya da sıradışı değilim. Sadece, ben benim iste...

Evde geçirdiğim zamanın artmasıyla birlikte yeni alışkanlıklar da edindim tabii. Televizyonla ilişkimi çok uzun zaman önce minimuma indirmiştim. Futbol, müzik, belgeselden ibaret ekranıma yaklaşık bir yıldır yeni bir misafirim var. Home TV.

Mac ya da iyi bir belgesel yoksa ekranda mutlaka yemek tarifi oluyor. Üstelik ben sadece yiyiciyim. Ve gecen bir yılda öğrendiğim tek şey Jamie ile 30 dakikadaki sarımsaklı ekmek tarifi. Çünkü aslında izlemiyorum. Hatta dikkatle dinlemiyorum bile. Sadece orada akan görüntüler ve sakin sakin yemek tarifi anlatan insanlar var. Bir tek en sonunda, yemeklerin o güzel sekilerlini aldıkları final anına bakıyorum. İtiraf edeyim kek savaşlarındaki o rengârenk, şekilli şeylere de bayılıyorum.

Bunun bir alışkanlık halini aldığını farkettiğimde neden dedim ve sakinleştirici, huzur veren, ara ara da hipnotize eden bir etkisi olduğu sonucuna vardım. Bu son derece garip durumu da 'hah sonunda keçileri kaçırdın' diye yorumlamışken imdadıma Matthew Mcconaughey yetişti. Bildiğiniz Amerikalı, kadınların pek bir bayıldığı sârisin, kaslı adam evet. Sarah Jessica Parker'la başrolünü paylaştığı, tohumluk yaslara gelmesine rağmen anne ve babasıyla yasayan Tripp karakterini canlandırdığı Failur to Launch (Düş Yakamızdan) filmiyle kurtarıcım oldu.

Filmin bir sahnesinde Tripp televizyonun karşısında oturmaktadır ve su cümleyi sarf eder. 'Yemek programlarını izlemek beni sakinleştiriyor'... Evet! Yalnız değildim. Benim gibi başkaları da vardı. Sonra Twitter'da buna yakin bir ileti yazdı biri. Ve daha bir kaç gün önce takip ettiğim bir spor yazarı 'Nigella Lawson izlerken terapiye gitmiş gibi oluyorum' diye tweet atınca iyice rahatladım. Bizler birbirini tanımayan ama ayni şeyleri yasayan yemek programı 'sakin'leriyiz.

28.11.2013
DNA