27 Aralık 2010 Pazartesi

BİZDEN ADAM OLMAZ

“ARANAN KAN BULUNDU”



BENDEN ADAM OLMAZ

Lafı ağzımdan aldın diye bir deyim vardır. İşte tam da böyle, lafı ağzımdan aldı Ete Kurttekin. Daha az sayıda gün önce, şu erkekleri Issız Adam tribinden çıkaracak bir film yapılsa da kıç üstü otursalar dedim. Ama Ete Kurttekin 2. golü attı ve ters köşeye yattım.



Facebook, Twitter ve benzerlerindeki erkek arkadaşlarınızın profillerine bakın. Kaç tanesi Benden Olmaz Şarkısı’nı eklemiş, kaçı iletisine Benden Adam Olmaz yazmış.



Erkekliğin onda dokuzu kaçmak diyen ataları zaten bunlara öyle bir çıkış yolu vermiş ki, yüzyıllar geçse de suya sabuna dokunmadan, tavşan boku misali her türlü durumda kendilerini en sevimli şekilde kurtaracak lafı, sözü söyleyiveriyorlar gözümüzün içine baka baka. Bazen şarkı, bazen film, bazen şiirle sözleşerek toplu eylemlere girişiyorlar.



Şimdi söz sırası Ete’de… İsim de fena. ETE KURTTEKİN… Vay anasını, analar ne evlatlar doğurup, ne isim ne soyadı veriyorlar adama. Bir de yetenekli işte adam sonuna kadar. Yaptı şarkıyı, yılın en çok izlenen filmlerinden birinde söylenince şarkısı yıllardır gelmeyen popülerlik bir karede koşar adım geliverdi. Ete Kurttekin konserine attending yapan erkek sayısına bakın, videosuna yapılan like sayıları rekora gidiyor. Erkekler yeni oyuncaklarını buldu. Benden Adam Olmaz deyip sıyrılacaklar yine her işin içinden. Zaten şarkı da öyle diyor…





Kaç zamandır gülmez oldum kendime

Aslında uzun zamandır çok gülüncüm

Her ne kadar umursamaz görünsem de

bildiğin gibi değil aslında ben çok kıskancım



Sen bana aldırma gülüm

Benden adam olmaz

Kendime hayrım yoktur

Benden adam olmaz…



Issız Adamlar gitti, umutsuz ama gururlu, âşık ama korkak, boynu bükük küheylanlar devri geldi çattı. Dilediklerini yapacaklar, kalbimizi kıracaklar, çekip gidecekler… Giderken seni seviyorum, sen harikasın ama benden adam olmaz diyecekler… Biz de onlara acıyıp, affedip, göndereceğiz. Bu nedenle bence asıl BİZDEN ADAM OLMAZ…

19 Aralık 2010 Pazar

KOTALI KADINLAR

KOTALI KADINLAR…

Kuruluşlarda veya derneklerde bir gruba tanınan kontenjan sayısı olarak tanımlanan kota kelimesi, tam 81 ülkede siyasi arenada biz kadınlara eşitlik ve özgürlük için konulan sınırlamadır.

Türkçe yerel ağızlarda malak, şişman ve makara gibi anlamlara da gelen kota, bizi malak yerine koyup, amiyane tabirle makara geçen erkek egemen dünyanın “pozitif ayrımcılık” şarkısının adıdır aynı zamanda…

Koro olarak söylenen bu şarkıya, korist olarak eşlik eden çok sayı da kadın da vardır. Hâlbuki sazı elimize alıp, kendi şarkımızı çalıp, erkeklerle eşit şartlarda, eşit sayıda, kimi zaman fazla fazla söyleyemez miyiz? Söyleriz elbette… Ama şimdi değil…

Birçok STK ve kadın kuruluşu da kotadan yana. Çünkü korkuyorlar. Bu sadece Türkiye için değil, kota uygulanan tüm ülkeler için geçerli. Erkeklerin oyununda saha dışında kalmamak için, yine onların kuralları ve sınırları doğrultusunda siyaset yapma izni alıyoruz. Ve daha uzun süre almak zorundayız.

90’lı yıllarda Hutuların Tutsileri katletmesi ile dünya gündeminin başköşesine oturan ve dünyanın seyirci kaldığı bu kıyımla akıllarımıza kazınan Raunda, yıl 2010 olduğunda kadın milletvekili sıralamasında 1. sıraya yerleşmiş. Ruanda’yı 2 Avrupa ülkesi İsveç ve Finlandiya takip ediyor. Türkiye ise sıranın çok altlarında… Dünyadaki ülke sayısı, FİFA’ya göre 208, Olimpiyat Komitesine göre 203, BM lere göre 192… Ve Türkiye sahip olduğu kadın milletvekili sayısına göre 107. sırada…

İşte tüm bu rakamlar, dünya ve sistem gerçekleri bizi kadın kotasının arkasında durmaya itiyor. Ancak hiç kimsenin bizi %50’nin altında bir orana ikna etmesine izin vermemeliyiz. Eşitlik ve pozitif ayrımcılık söylemleri ile ortaya atılan kota fikirlerinde oranlar da eşit olmalı. Yoksa 3 kadının sözünün 1 erkeğinkine eşit olduğu toplumlardan ne farkımız kalır.
Bürokraside, iş hayatında, siyasette ve de ailede %50 kuralından geri adım atmadan mücadele etmeliyiz. Madem hayat müşterek… Paylaşalım o zaman…

15 Aralık 2010 Çarşamba

Bridget Jones’duk, Liz Gilbert olduk!

Bridget Jones’duk, Liz Gilbert olduk!

Ama adamlar ıssız kalmakta kararlılar…


Önce kitabı, sonra filmi ile, bir dönem hayatımıza Bridget Jones adında bir karakter girdi. Yıl 001…Sakar, sevimli, hafif şapşal, iyi kalpli, kiloları ile başı dertte ve bir erkek için arada kaynayacak kolay lokma görüntüsüyle ona önce acıdık. Hatta bazı sahnelerde onun adına utandık. Ama sonunda aşkı bulan anti kahraman oldu o…

O kadar etkili oldu ki hayatımızda, dergi editörleri, şarkıcı, besteci tayfası, köşe yazarları epey bir beslendi hikayesinden. Romantik filmlerin 2 baş aktörü ve kadın cinsinin bayıldığı iki şahane İngiliz de onun için yumruk yumruğa kavgaya girişince, hepimize olan oldu ve aşk için şansımız olduğuna %100 inandırdık kalbimizi…

Jane Austen’dan bu güne belki de en popüler külkedisi masalı oldu film biz aşk delileri için. Hepimizin bir Bay Darcy’si olabilirdi. Hepimiz kendimizi yakışıklı, başarılı, romantik ve bizi koruyacak dev adamlara teslim etmeye hazırdık.

Biz romantik aşkın kollarına kendimizi atmayı beklerken, darbe içeriden geldi… Sinemamızın son yıllardaki gişecisi Çağan Irmak, kadınlara öyle bir kazık attı ki… Yaralanmayan kadın kalmadı!

Issız Adam’ın gösterimi ile birlikte tanıdığımız, bildiğimiz erkeklere bir şey oldu. Kenar mahallenin kendine Miroğlu diyen çocukları gibi, birbirlerine ıssızım, ıssızsın, ıssız demeye başladılar. Pek bir özendiler Alper’in Ada’yı üzmesine, kendini de üzdüğünü atlayarak… Melodramı bizden daha fazla sever oldular. Kaçmak, daha kolaylaştı onlar için filmi izledikten sonra. Daha bir “cool” hissettiler, ağlasam da, acımdan ölsem de “takılmaya” devam edeceğim, “birine” takılmadan deme başarısını gösterdiler.

Sonuçta etrafımızda çok az ilişki, çok fazla değişken ve de bir sürü ıssız kalp oluştu cinsiyetsiz. Kimse anlayamadı, Alper gidecek kadar cesur muydu, yoksa kalamayacak kadar korkak mı? Çok havalıydı yaptığı erkek gözüyle bakınca ve herkes havalı olma telaşına düştü. Sonuçta ortaya çıkan mutsuzluk ve yalnızlık bahasına da olsa…

Aradan 2 yıl geçti. Şimdi kadınlar ve erkekler olarak başka bir filmi konuşuyoruz. Eat, Pray, Love… Kariyeri, parası, arkadaşları ve genç kocasıyla Liz GİLBERT yeni örnek kızımız… Canı sıkılıp, hayatın anlamını sorgulama yolunda, önce cillop gibi, harika konuşma sesiyle David’i ara adam yapıp, evdeki yerleri silmek yerine, gidip “ilahi” mekânda hem yer, hem iç temizliğine girişti. Sonundaysa, çirkin ama karizmatik, orta yaşlı ama eğlenceli, hem gülen hem ağlayan adam da karar kıldı… Bridget gibi kiloları yoktu, yetenekli bir yazardı, akıllıydı, tam bir kahramandı aslında. Ama bu kez de, dev kadın kendine ona aşık olabilecek en uygun adamı buldu ve film bitti… Üstelik film içinde gördük ki, genç heyecanlı koca da, kısık sesi ve seksapeliyle genç yakışıklı sevgili de aşıktı Liz’e, arkasından depresyona girecek kadar… Briget Jones ile taban tabana zıt bir hikaye ve ayrı dünyalardan iki kadın…

Şimdi moda Liz Gilbert… Jean Austen imalatı Bay Darcy’yi uçsuz bucaksız çimenliklerde, Mark Darcy’yi ise pembe sayfalı günlüklerde bırakıp, elle tutulur gerçeklikteki Felipe’ye kaldık kızlar bilginize… Çünkü adamlar hala ıssız, onlar için henüz yeni bir film yapılmadı, henüz yeterince canları acımadı… 2011’den umutluyum… Çok fazla film çekiliyor, yeni konular lazım ve bahar gelmeden, şöyle erkekleri kıç üstü oturtacak bir filmi heyecanla bekliyorum…

12 Aralık 2010 Pazar

"2 gün 2 haber" Pippa Bacca ve Potansiyel Tecavüz Mağdurları...

Dün Kocaeli Sosyal Hizmetler Kurulu’nda tartışılan bir öneri gazete sayfalarında haber oldu. Kimi, kuruldakileri Nazi kafalı olmakla suçladı, kimi de uzman görüşlerine yer vererek öneriyi tartışmaya açtı.

Söz konusu öneri faşizm çerçevesinde tartışılabilir mi bilmem ama, cehalet, teslimiyet ve aptallık üçgeninde rahatlıkla yer bulabilir.

Potansiyel tecavüz mağduru zihinsel engelli kızların kısırlaştırılması önerisini getiren kurul, bunun tam tersine tecavüzü kolaylaştıracak bir uygulama olduğunun farkına ne zaman varabilmiştir acaba? Sonucu hamilelik olmayacak bir tecavüz eylemi, tecavüzcüyü ancak teşvik eder… Üstelik yaşadığını sorgulamak ve hesap sormak konusunda doğuştan bir engele takılmışsa mağdur, çok daha kolay olur saldırganın işi… Ne aileden, ne okuldan cinsel eğitim almamış, damacanayla, tavuğu bile mağdur etmiş, hastalıklı salyalarını akıtan adamdan bu kızları korumak yerine, tecavüzü engelleyemiyoruz, mağdurları rehabilite edemiyoruz, bari hamile kalıp ortaya elle tutulur bir sonuç bırakmasınlar demek, cehaletin getirdiği çaresizlik dışında ne olabilir.

Geriye dönelim…

Yıl 2008… 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’n de arkadaşı Silvia Moro ile barışa yürümeye başlamıştı Pippa Bacca, üzerinde beyaz gelinliği ile. Bir gün barışın gerçekleşeceğine olan inancı ile tabana kuvvet geçerek Balkanları, yüzyıllardır yiğitlikten, erkeklikten dem vurulan topraklara vardı. Mevlana’yı , Nazım’ı, Sebahattin Ali’yi, Yaşar Kemal’i de bu topraklardan biliyordu. Barışı sözleyen adamlardı onlar ve Anadolu’dandı hepsi… Mevlana’nın güneşinin katledildiğini, güneşin katli yakın diyen Nazım’ın sürgünde öldüğünü bilseydi belki daha hızlı yürüyüp geçerdi bizim yolları…

Ama o yüzünde güneşten sıcak bir gülümsemeyle yürüdü Mart’ın soğuğunda… Ta ki kararmış bir beynin, bedenin aşağılarına söz geçirmeyi çoktan unuttuğu kara eli ona uzanana kadar. Gelinliği ile yürüyen kadını “engelli” sandı belki katili. Nasılda derdini anlatamaz dedi. Ve önce ruhunu sonra bedenini katletti. Pippa’ya hayatta iken yapılacak en büyük kötülüğü yapıp, barışa, insana, sevgiye inancını yok etti önce ve Pippa en yaralı haliyle gitti dünyadan.

Pippa bu gün birkaç gazetede küçük bir haberin eskiden kalma baş harfi… Mazlumder’in verdiği “Halklar Arası Dayanışma” ödülünü onun yerine alan annesi için haberin küçüklüğü ya da büyüklüğünün önemi yok.

Sosyal Hizmetlerden sorumlu kurullar Pippa’dan örnek alıp başlangıca yönelmeliler. Sorunun başlangıcına ve derinine doğru bir yolculukla, tecavüzü yaratan sebepleri ortadan kaldırmaya kafa yormalılar. Sadece Sosyal Hizmetler değil tabi… Eğitimciler, kanun koyucular, sivil toplum örgütleri, akademisyenler, kanaat önderleri, medya el ele verip, kadınların ve çocukların hedef olduğu bu korkunç gerçekle nasıl baş etmemiz gerektiği üzerine acilen çalışmaya başlamalı…



Pippa Bacca ve bilmediğimiz tecavüz mağdurları için son olarak sözlükten bir tanım koymak istiyorum..



Tecavüz: Irza geçme veya tecavüz, kişinin rızası dışında cinsel ilişkide bulunulmasıdır. Genelde erkek tarafından kadına ve kız-erkek çocuklara doğru yapılan bir eylemdir. Tecavüz bir insanlık suçu olarak kabul edilir.

7 Aralık 2010 Salı

NİNNİ

“NİNNİ”

Hala çocuğuna ninniler söyleyen anneler için…



19 yaşında genç bir kız. Görüntüleri izlerken ya da haberi okuduğunda içi sızlamayacak kadın yoktur hikâyesine. Eğer kadınlıktan önceye başka şeyler koymadıysa…

İçindeki diğer hayat henüz 8 haftalıktı. Kalbi atıyordu, boyu yaklaşık 15 mm idi, ilk vücut hareketlerini yapabiliyor, hatta kollarını dirsekten bükebiliyordu. Ama onun hayatına son verecek polise direnmesi imkânsızdı. Ağız yapısı da 8. Haftada oluşan yeni hayat, sesini de duyuramazdı. Onun yerine annesi duyurmaya çalıştı sesini. “Vurmayın hamileyim” dedi. Ama polisler onu dinlemediler ve karnındaki bebeğini öldürdüler.

Bebek henüz 15 mm boyunda olduğundan mıdır? Basın manşetlerini çok dikkatlice seçti. Cinayet demediler, öldürdüler demediler. Polis tekmeleriyle bebeğini kaybetti diye yuvarlak laflarla geçiştirdiler haberi. Oysa bu düpedüz cinayetti. Hesabının verilip, verilmeyeceği belli olmayan bir vahşet…

İsmi yoktu henüz onun… Sesi yoktu… Hayata gelmeden, gitti hayattan… Aynı gün başka bir haberde bebeklerin cinsiyeti artık 2. Ayda öğrenilebilecek yazıyordu. Annesi belki de ertesi gün bir kızı ya da bir oğlu olacağını öğrenecek ve sevgilisi ile paylaşacaktı mutluluğunu.

Onun yerine asayişten, halkın güvenliğinden sorumlu, devletten maaşlı polis memurlar bebeğini öldürdüler. Gazetelere haber oldular bu sayede herkes tanıdı 19 yaşındaki küçük anne adayını. Ama çoğunluk pek de itibar etmedi acısına. Çünkü hak etmişti o nikâhsız hamile kaldığı için. Haberlerin altına ve başka sitelerde yapılan yorumlarda okuduk ikiyüzlü insanlığı. Taşıyıcı muamelesi gördüğümüz bebeklerimizin hayatında pek de söz hakkımızın olmadığını… Dünya erkeklerin dünyası olmaya ve kadın çoğunluk bunu sorgusuzca kabullenmeye devam ettikçe bebeklerimize ninni söyleyemeyeceğiz…

Belki de anne olmayı bilmedikleri için erkekler annelik karşısında bu kadar acımasız ve aymaz olabiliyorlar. Belki de bu yüzden bir koca hamile karısını döverek öldürüp, 3. Sayfa haberi olarak çıkıyor karşımıza. Belki baba olmayı da bilmiyorlar. “Baba” aynı devlet gibi, polis gibi, bir otorite ve disiplin merkezi olarak kabul gördüğü için kendilerine hak görüyorlar kadına ve çocuğa şiddeti. Otorite ve disiplinden anladıkları yüzyıllardır dayak olduğu için belki…

Tanrı eğer İbrahim’e değil de anneye verse idi oğlunu kurban etme görevini giriş, gelişme ve sonuç bölümleri kesin çok farklı olurdu hikayenin… Bir kadının ruhunda şekillenirdi belki bayramlar ve babalar da ninni söylemeyi öğrenirlerdi çocuklarına…

“kızım kızım kınalı da kuzum kardan beyazım “ diye başlayan ninni deki kız bebek de, kuzu da hayata kurban edilmezdi o zaman belki…

5 Aralık 2010 Pazar

KADAVRANIN CİNSİYETİ, KARAR VE ACI VERME KAYGISI ÜZERİNE… “BODY WORLDS…

Popüler olan şeylere alerjisi olan, sevimsiz, takıntılı insanlardanım. Herkes gibi olmamak arzusunun saçmalığında bir sürü güzel şeyi kaçırır, eksik kalırım. Kaçırmadıklarımda da sonuna kadar bekler, ucundan yakalarım. Body Worlds için de aynısı oldu ve sonra Görünen Kadınlar’dan Buket Beşkök’ün de itelemesi sayesinde sergiye yolum düştü. Kıl tabir edilen tipin önde gideniyim ya, her hangi bir şey okumayı da reddetti ruhum sergi hakkında.

Saat 14.00’te vardığım Antrepo’da gördüğüm kuyruk, yazlıkta girdiğim pide sıralarını hatırlattı. Binanın dışında başladı ve yaklaşık 45 dakika sonra biletlere ulaştım. Bilet sırasından çıkıp, sergi salonu sırasına girdim ve saat 15.58’de ipi göğüsledim. İlginin yoğunluğuna mı sevineyim, ayaklarımın acısına mı üzüleyim bilemediğim anda, sergiyi rahat rahat gezmenin imkânsızlığını görünce canım sıkıldı. Her “eser” in etrafında onlarca insan, Cumartesi pazarında don seçer gibi üst üste yığılmışlar. “Ölü Sanat” ‘ın bu kadar ilgi görmesinde, gitmeyene kız vermiyorlar, bizim de edecek 2 lafımız olsun mantığının hâkim olduğunu çevredeki yorumlara kulak kabartınca görüyorsunuz. Ancak, sebebi ne olursa olsun bu kalabalığı görmek güzel.

Sergide bütün halde ve de organ parçası olarak insan bedenini görmek ilginç tabi. Ancak gördüklerinizin bağışçıların bedeni olduğunu bilmeseniz, maket sanmanız yüksek ihtimal. Kadavralarla icra edilmiş sanatı görünce tüylerim diken diken olacak sanmıştım ama, hiç etkilenmedim. Sıradan bir sergiyi dolaşır gibi gezdim. İnsan bedeninin derisiz hali pek de sevimli değil. Sanatın estetik duygusunun hiçbir yerinde olmadığı, garip bir şeydi Body Worlds. Ama insanı bazı şeyleri düşünmeye ittiği gerçeği de yadsınamaz.

Öncelikle, sayıları yaklaşık 30 kadar olan bütün haldeki insan bedenin sadece ikisi kadın cinsinden. Beynim merak etmeden duramıyor sebebini. Eser sahibinin seçimi mi? Yoksa kadınların öldükten sonra bile bedenlerinden vazgeçmekte, erkeklerden daha isteksiz olması mı? Bedenimize fazla özen göstermekten ve kendimizi bedenimizle beğendirme çabamızdan mı bağlanıyoruz bu kadar ete, kemiğe derken, başka bir soru takıldı aklıma…

“Ben bedenimi bağışlayabilir miydim?”

Bu güne kadar beni denize atın balıklar yesin diyen beni, bir düşüncedir aldı gitti. Bedenimi bağışlayabilirim ya da yakılabilirim. Öldükten sonra dahi dünyada yer kaplıyor olma fikri bana göre değil. Ama bildiğim bir şey var ki, öldükten sonra da beni sevmeye devam edecek birileri olacak. En azından kızım. Acaba benim kararım kızımı, kardeşimi, annemi, arkadaşlarımı nasıl etkiler. Onlar, ben öldükten sonra bedenimi bir sergide görünce ya da hepten yok olunca ne hissedecekler. O yüzden, kızım büyüdüğünde bu kararı onunla birlikte almam gerektiğine kanaat getirdim. Ölümü doğal kabul etmeyi de öğrenmeli o zamana kadar. Yaşamın döngüsüne inancı, bana olan sevgisinin önüne geçer ya da geçmez, ne kadar az üzülürse benim için o kadar iyi…

Serginin kendimi sorgulamama sebep olan diğer etkisi ise, ölü bedenler karşısındaki kayıtsızlığımı fark etmem. Benden doktor olmazmış, ama gasil hanede ya da adli tıp kurumunda çalışabilirmişim. Canlı herhangi bir insanın parmağındaki dikeni çıkaramayan ben, ölü bir beden üzerinde çalışmaktan çekinmezmişim. Bu noktada “canını acıtmak” giriyor devreye. Can ve acı iki kelime. İkisi de yaşamı ifade ediyor. Canlı olan acı çekiyor ve ben kimseye acı veremem. Ne bedenine ne de ruhuna. Kendi ayağıma saplanan bir şişi rahatlıkla çıkarabilirim, ama başka bir insanın eli kesilse ağlamaya başlarım. Birine acı verme fikri bana “acı” veriyor çünkü. Korkuyorum… Ölü bir bedenin acısızlığı ile umursamaz olabilirim ancak. Ve anladım ki ölü bir beden olana kadar da acı çekmeye devam edeceğim “insan” olarak…

4 Aralık 2010 Cumartesi

"yürümek"

Şimdi böyle “yürümek” falan deyince sanmayın ki siyasi içerikli bir yazı yazacağım. Alakası yok. Fiilin en bilinen, en saf hali ile 2 ayağımız, bacağımız, kemik ve kaslarımızı kullanarak yaptığımız eylemle bozdum aklımı bu gün.

12-13 yaşlarında şekillenir kadın kısmının yürüyüşü. Memelerin büyüme hızına göre adımların süre ve sıklığı belirlenir, boyuta göre de duruş ve tarz şekillenir. Bir de yetiştiğimiz aile, çevre ve genetik faktörlerin yarattığı karakter özellikleri girer devreye. Ne kadar utangaç ve çekingen isek, o kadar eğimlenir sırtımız.

Anne, babalar ergenliğe geçen kızın durumu üzerine kafa yoran ve çocuğuyla konuşan cinstense, eğim azalır. Memelerimizden utanmaz, göğsümüzü gere gere gezeriz, başka bir deyişle… Anaların ak sütünün, adamların ağzının suyunun aktığı memeler yürüyüşümüzü şekillendiren en önemli uzvumuz olur böylece.

Yürüyüşe garip kıyafetler de eklenebilir ergenlik döneminde. Öne eğik omuzlarımızı bol bluzlar örtüverir. Sütyen denen şahane giysinin hayatımıza girişiyle boyutlar, sayılar, A lar B ler, yani matematik de dahil oluverir bedenimize. Oysa en basit sayı “2” dir. 2 tane meme.

Kızlarımıza memelerinden utanmadan dimdik yürümeyi öğretmeli, onları öyle yetiştirmeliyiz. Vücudumuzun bu parçası, karakterimizle birleşip duruşumuzu şekillendirirken, bizi de erkekten ayırarak, şeklen kadın yapar. Bu şekiller yüzünden erkeklerin bir dolu isim taktığı da olur bize. O onların sorunu, gülüp geçmeli…

Hayatımızın ilerleyen zamanlarında ise, kendine dokunmaya utanmayan, bedenini seven kadınları bazen kötü sürprizler bekler. Parmakların ucundaki sert bir kitle bir anda kabusumuz haline gelir. Geç kalınmış bir sürpriz ise, çoğu zaman kayıpla sonuçlanır. Kimi zaman hayatımızın, kimi zaman da ergenlikte utandığımız memelerimizin kaybı… Sırtımızı eğen, adımlarımızı yavaşlatan memeler hayatımızdan çıktığında anlarız memelerin kıymetini…

Dik durmayı öğretelim kızlarımıza, göğsünü gere gere yürümeyi. Memelerimizi sevelim, erkeklerden daha fazla…

“Calender Girls” filmini bir kez daha izleyelim ve kendimize alabileceğimiz en güzel sütyeni alalım… Ben aldım “siyah”…