25 Şubat 2011 Cuma

Sözsüz Alanda Faul...

Uyduruk bir hikaye, uyduruk insanlar, uyduruk duygular…

Birini sevmekle hayatında tutmak arasında ne kadar derin uçurumlar olduğunu bilsen, beni tutmaya çalıştığın iplerin sadece ben izin verdiğim için var olduklarını anlardın.

En sıradan, her şeyden arınmış sevgiden bihaber hayatında, bir şişe şarap ya da dizüstü bilgisayarından daha farklı olmadığımı fark etmediğimi sanıyorsan zekâma hakaret ediyorsun demektir.

Bir ipteki iki cambaz gibiyiz. Sen beni ve kendini kandırdığını sanıyorsun, ben kanmış gibi yapıp kendime hakaret ediyorum. İpler aslında kopuk, yamalı, bölük pörçük düşüncelerimizden ibaret.

Göçebe dijitallerin karmaşık duygu dünyasının üçkağıtçılarıyız. Dolandırdığımız ise kendi ruhlarımız. Asla dümdüz olamayıp kaygan zeminlerde bir o yana bir bu yana yalpalayarak düşmeyen ama kalkmayan kuklalarız.

Yazı kadar sıra dışı olamamamızın ezikliği ile kendimizi zor gösterip yoruyoruz birbirimizi. Oysa ne küçük, ne zavallı, ne öğretilmiş hareketler bunlar. Üstelik çok yürekli laflar edip, yüksekten aşağı yuvarlıyoruz kelimeleri. Koca koca cümlelerle kafa tutuyoruz duygularımıza.

Olmayız biz!

Ya da bir halt olmaz bizden!

Siyahla beyaz kadar farklı değil, siyahla lacivert kadar yakışıksızız birbirimize.

Gel diyemeyecek kadar korkak, git diyemeyecek kadar cesaretsiz, susamayacak kadar kendini beğenmişiz. Kaçak dövüşüyoruz, topsuz alanda faul yapıyor, arkadan vuruyoruz. Yeni yüzyılın fazlaca renkli rüyasında kaybolduk birbirimizi bulamıyoruz.

Farkına da varamıyoruz….

Nasıl?

Mutlu muyuz?

19 Şubat 2011 Cumartesi

Duvarla Konuşmak!

Dün akşamdan kalan kızlararası sohbetlerin sonucu kısa bir hikaye...



Bu hikâyedeki karakterler hayal ürünü olup, gerçek kişilerle ve olaylarla ilgisi yoktur…



Seninle her konuştuğumda bir duvara toslama ihtimalim olduğunu biliyorum.

Aşığım dedim, sen de âşıktın ama ıssız adamlıktan vazgeçmemek için söyleyemedin. İşte o zaman içimdeki inat mekanizması devreye girdi ve sonuç olarak ben de asla ağzıma almadım aşk denen kelimeyi. Ve söylemeye söylemeye unuttum âşık olduğumu. Sonra bir baktım vazgeçmişim sana olan aşkımdan.

O andan itibaren birlikte keyifli vakit geçiren iki insan olduk. Dertleştik de, eğlendik de… Bir türlü adı konamayan bir şeyi yaşarken önemsizliğimizi vurdum yüzüne. Öyle hissetmediğin halde bu kez katıldın söylediklerime.

O kadar kızdım ki sana, ben de ilişkimize bir ad vermeye çalışmaktan vazgeçtim. Adsız ve aşksızdı şimdi aramızdaki her neyse.

Birbirimiz için özel olmaktan çıktık böylece ve herkes kadar sıradanlaşınca ha sen ha başkası fark etmezdi. “Başkaları da girebilir bu durumda hayatıma” dedim, sesini çıkarmayıp sessizce kabullendin.

Madem benim senin hayatının özeli olma ihtimalim yoktu, ben de ihtimaller denizine dalıp, yarattığın boşluğu doldurma çabasına girdim. Ama ihtimaller o kadar çoktu ki başım döndü bir anda. Önüme konan meyve tabağında ne varsa yemek istedi canım. O sırada seni aramayı unuttum. Malum, yoğundum!

Bir gece beni aradın. Ser zamanki kaçamak, yarım yamalak cümlelerinde anlamsızca boğulurken, ben ne demek istediğini anladım. Beni özlemişsin.

Ama ben 1. Paragrafın giriş cümlesindeki âşık olan kadın değilim artık. Çok uzaklaştım o noktadan.

Söyleyemediğin her cümlede ve benim söyleyip duvarlarına çarpan her cümlemde uzaklaşıp gittim. Sürekli ileriye doğru hareket edip bir çember çizmediğimden sana geri dönüşüm imkânsızlaştı. Benim doğrum uzayda sonsuzluğa doğru ilerliyor. Sense söyleyemediğin cümlelerinde 4 duvar arasında ıssızlaşıyorsun.

Ben yeni bir başlangıç noktasındayım. Tam da istediğin insan oldum.

Sevgilerimle…

11 Şubat 2011 Cuma

Yıktım perdeyi eyledim viran!

Kırdım bazı kapıları ne açılsın, ne kapansın diye arkamdan.

Hani bir gün lazım olur diye, çıktığın yerin kapısını ne kadar sert kapattığına dikkat et derler ya.

Niye?
Bir ikiyüzlülüğü yaşamak için mi?

Nasihatler doğası gereği bizi uyuşturur ve sakin kalmamıza sebep olur bazen. Atasözünü, deyimi, öğüdü söyleyenin karakterini, hayata bakışını biliyor muyuz da, sorgusuzca ardından gidiyoruz. Çıkarcının teki söylemiş, aklı evveller dinlemiş diye benim boynum herkese karşı kıldan ince mi olacak şimdi. Gerektiği yerde, istediğim yerde kapıyı vurup çıkamayacak mıyım?

Ardımda kapı mapı bırakmadım velhasıl kelam. Toptan hallettim işi. Kapı yok, sorun yok.

“O kapının ardında ben ne bıraktım sen biliyor musun?” diye sorabileceğim biri de yok karşımda. Kim bilir hangi yüzyılda söylenmiş bir sözün bu gün hayatıma bu kadar sinsice sirayet etmesi hiç hoş değil.

O kapının ardında, sevip sevilmemek, aldatılmak, kandırılmak, yalnızlık, hakaret, küfür, ihanet, şiddet var belki!

O kapının arkasında kullanılmak, atılmak, ezilmek, ezdirilmek, yozlaşma, utanç var belki!

O kapının arkasında koskoca bir hiç var belki!

Oturup muhasebesini yapmadan kırabilirsem kapıyı ne mutlu bana, hesapsız bir insanım. Yüzümü rüzgâra dönüp, arkamdaki yalancı sükûnetten kaçabildimse aferin. Ne güzel bir delilik olur.

Vaveyla ile çırpınıp, birbirine ezerek yaşayan topluluğa yüzünüz dönük, geri geri yürüyerek uzaklaşın. Gemisini yürüten kaptanların yolcuları nasıl birer birer aşağı attıkları göreceksiniz. İşinin ehli kara kara düşünürken, işini bilenin nasıl gevrek gevrek güldüğüne şahit olacaksınız. Kimin eli kimin cebinde deyiminin boyutunun nerelere uzandığı gerçeği çıkınca karşınıza Matrix’i çözmüş Neo gibi azıcık dengeyi bozacaksınız.

İşte hastayken yalnız yatağınızda hayat insana bu hediyeleri veriyor. Bir ilaç şişesini açmaya gücünüz yetmeyip, şişeyi yere atıp kırdığınızda kapılar da kırılıveriyor. Ve kapılar yoksa size her yer açık...

“Bir musibet bin nasihatten iyidir” mi demişti birisi