27 Aralık 2010 Pazartesi

BİZDEN ADAM OLMAZ

“ARANAN KAN BULUNDU”



BENDEN ADAM OLMAZ

Lafı ağzımdan aldın diye bir deyim vardır. İşte tam da böyle, lafı ağzımdan aldı Ete Kurttekin. Daha az sayıda gün önce, şu erkekleri Issız Adam tribinden çıkaracak bir film yapılsa da kıç üstü otursalar dedim. Ama Ete Kurttekin 2. golü attı ve ters köşeye yattım.



Facebook, Twitter ve benzerlerindeki erkek arkadaşlarınızın profillerine bakın. Kaç tanesi Benden Olmaz Şarkısı’nı eklemiş, kaçı iletisine Benden Adam Olmaz yazmış.



Erkekliğin onda dokuzu kaçmak diyen ataları zaten bunlara öyle bir çıkış yolu vermiş ki, yüzyıllar geçse de suya sabuna dokunmadan, tavşan boku misali her türlü durumda kendilerini en sevimli şekilde kurtaracak lafı, sözü söyleyiveriyorlar gözümüzün içine baka baka. Bazen şarkı, bazen film, bazen şiirle sözleşerek toplu eylemlere girişiyorlar.



Şimdi söz sırası Ete’de… İsim de fena. ETE KURTTEKİN… Vay anasını, analar ne evlatlar doğurup, ne isim ne soyadı veriyorlar adama. Bir de yetenekli işte adam sonuna kadar. Yaptı şarkıyı, yılın en çok izlenen filmlerinden birinde söylenince şarkısı yıllardır gelmeyen popülerlik bir karede koşar adım geliverdi. Ete Kurttekin konserine attending yapan erkek sayısına bakın, videosuna yapılan like sayıları rekora gidiyor. Erkekler yeni oyuncaklarını buldu. Benden Adam Olmaz deyip sıyrılacaklar yine her işin içinden. Zaten şarkı da öyle diyor…





Kaç zamandır gülmez oldum kendime

Aslında uzun zamandır çok gülüncüm

Her ne kadar umursamaz görünsem de

bildiğin gibi değil aslında ben çok kıskancım



Sen bana aldırma gülüm

Benden adam olmaz

Kendime hayrım yoktur

Benden adam olmaz…



Issız Adamlar gitti, umutsuz ama gururlu, âşık ama korkak, boynu bükük küheylanlar devri geldi çattı. Dilediklerini yapacaklar, kalbimizi kıracaklar, çekip gidecekler… Giderken seni seviyorum, sen harikasın ama benden adam olmaz diyecekler… Biz de onlara acıyıp, affedip, göndereceğiz. Bu nedenle bence asıl BİZDEN ADAM OLMAZ…

19 Aralık 2010 Pazar

KOTALI KADINLAR

KOTALI KADINLAR…

Kuruluşlarda veya derneklerde bir gruba tanınan kontenjan sayısı olarak tanımlanan kota kelimesi, tam 81 ülkede siyasi arenada biz kadınlara eşitlik ve özgürlük için konulan sınırlamadır.

Türkçe yerel ağızlarda malak, şişman ve makara gibi anlamlara da gelen kota, bizi malak yerine koyup, amiyane tabirle makara geçen erkek egemen dünyanın “pozitif ayrımcılık” şarkısının adıdır aynı zamanda…

Koro olarak söylenen bu şarkıya, korist olarak eşlik eden çok sayı da kadın da vardır. Hâlbuki sazı elimize alıp, kendi şarkımızı çalıp, erkeklerle eşit şartlarda, eşit sayıda, kimi zaman fazla fazla söyleyemez miyiz? Söyleriz elbette… Ama şimdi değil…

Birçok STK ve kadın kuruluşu da kotadan yana. Çünkü korkuyorlar. Bu sadece Türkiye için değil, kota uygulanan tüm ülkeler için geçerli. Erkeklerin oyununda saha dışında kalmamak için, yine onların kuralları ve sınırları doğrultusunda siyaset yapma izni alıyoruz. Ve daha uzun süre almak zorundayız.

90’lı yıllarda Hutuların Tutsileri katletmesi ile dünya gündeminin başköşesine oturan ve dünyanın seyirci kaldığı bu kıyımla akıllarımıza kazınan Raunda, yıl 2010 olduğunda kadın milletvekili sıralamasında 1. sıraya yerleşmiş. Ruanda’yı 2 Avrupa ülkesi İsveç ve Finlandiya takip ediyor. Türkiye ise sıranın çok altlarında… Dünyadaki ülke sayısı, FİFA’ya göre 208, Olimpiyat Komitesine göre 203, BM lere göre 192… Ve Türkiye sahip olduğu kadın milletvekili sayısına göre 107. sırada…

İşte tüm bu rakamlar, dünya ve sistem gerçekleri bizi kadın kotasının arkasında durmaya itiyor. Ancak hiç kimsenin bizi %50’nin altında bir orana ikna etmesine izin vermemeliyiz. Eşitlik ve pozitif ayrımcılık söylemleri ile ortaya atılan kota fikirlerinde oranlar da eşit olmalı. Yoksa 3 kadının sözünün 1 erkeğinkine eşit olduğu toplumlardan ne farkımız kalır.
Bürokraside, iş hayatında, siyasette ve de ailede %50 kuralından geri adım atmadan mücadele etmeliyiz. Madem hayat müşterek… Paylaşalım o zaman…

15 Aralık 2010 Çarşamba

Bridget Jones’duk, Liz Gilbert olduk!

Bridget Jones’duk, Liz Gilbert olduk!

Ama adamlar ıssız kalmakta kararlılar…


Önce kitabı, sonra filmi ile, bir dönem hayatımıza Bridget Jones adında bir karakter girdi. Yıl 001…Sakar, sevimli, hafif şapşal, iyi kalpli, kiloları ile başı dertte ve bir erkek için arada kaynayacak kolay lokma görüntüsüyle ona önce acıdık. Hatta bazı sahnelerde onun adına utandık. Ama sonunda aşkı bulan anti kahraman oldu o…

O kadar etkili oldu ki hayatımızda, dergi editörleri, şarkıcı, besteci tayfası, köşe yazarları epey bir beslendi hikayesinden. Romantik filmlerin 2 baş aktörü ve kadın cinsinin bayıldığı iki şahane İngiliz de onun için yumruk yumruğa kavgaya girişince, hepimize olan oldu ve aşk için şansımız olduğuna %100 inandırdık kalbimizi…

Jane Austen’dan bu güne belki de en popüler külkedisi masalı oldu film biz aşk delileri için. Hepimizin bir Bay Darcy’si olabilirdi. Hepimiz kendimizi yakışıklı, başarılı, romantik ve bizi koruyacak dev adamlara teslim etmeye hazırdık.

Biz romantik aşkın kollarına kendimizi atmayı beklerken, darbe içeriden geldi… Sinemamızın son yıllardaki gişecisi Çağan Irmak, kadınlara öyle bir kazık attı ki… Yaralanmayan kadın kalmadı!

Issız Adam’ın gösterimi ile birlikte tanıdığımız, bildiğimiz erkeklere bir şey oldu. Kenar mahallenin kendine Miroğlu diyen çocukları gibi, birbirlerine ıssızım, ıssızsın, ıssız demeye başladılar. Pek bir özendiler Alper’in Ada’yı üzmesine, kendini de üzdüğünü atlayarak… Melodramı bizden daha fazla sever oldular. Kaçmak, daha kolaylaştı onlar için filmi izledikten sonra. Daha bir “cool” hissettiler, ağlasam da, acımdan ölsem de “takılmaya” devam edeceğim, “birine” takılmadan deme başarısını gösterdiler.

Sonuçta etrafımızda çok az ilişki, çok fazla değişken ve de bir sürü ıssız kalp oluştu cinsiyetsiz. Kimse anlayamadı, Alper gidecek kadar cesur muydu, yoksa kalamayacak kadar korkak mı? Çok havalıydı yaptığı erkek gözüyle bakınca ve herkes havalı olma telaşına düştü. Sonuçta ortaya çıkan mutsuzluk ve yalnızlık bahasına da olsa…

Aradan 2 yıl geçti. Şimdi kadınlar ve erkekler olarak başka bir filmi konuşuyoruz. Eat, Pray, Love… Kariyeri, parası, arkadaşları ve genç kocasıyla Liz GİLBERT yeni örnek kızımız… Canı sıkılıp, hayatın anlamını sorgulama yolunda, önce cillop gibi, harika konuşma sesiyle David’i ara adam yapıp, evdeki yerleri silmek yerine, gidip “ilahi” mekânda hem yer, hem iç temizliğine girişti. Sonundaysa, çirkin ama karizmatik, orta yaşlı ama eğlenceli, hem gülen hem ağlayan adam da karar kıldı… Bridget gibi kiloları yoktu, yetenekli bir yazardı, akıllıydı, tam bir kahramandı aslında. Ama bu kez de, dev kadın kendine ona aşık olabilecek en uygun adamı buldu ve film bitti… Üstelik film içinde gördük ki, genç heyecanlı koca da, kısık sesi ve seksapeliyle genç yakışıklı sevgili de aşıktı Liz’e, arkasından depresyona girecek kadar… Briget Jones ile taban tabana zıt bir hikaye ve ayrı dünyalardan iki kadın…

Şimdi moda Liz Gilbert… Jean Austen imalatı Bay Darcy’yi uçsuz bucaksız çimenliklerde, Mark Darcy’yi ise pembe sayfalı günlüklerde bırakıp, elle tutulur gerçeklikteki Felipe’ye kaldık kızlar bilginize… Çünkü adamlar hala ıssız, onlar için henüz yeni bir film yapılmadı, henüz yeterince canları acımadı… 2011’den umutluyum… Çok fazla film çekiliyor, yeni konular lazım ve bahar gelmeden, şöyle erkekleri kıç üstü oturtacak bir filmi heyecanla bekliyorum…

12 Aralık 2010 Pazar

"2 gün 2 haber" Pippa Bacca ve Potansiyel Tecavüz Mağdurları...

Dün Kocaeli Sosyal Hizmetler Kurulu’nda tartışılan bir öneri gazete sayfalarında haber oldu. Kimi, kuruldakileri Nazi kafalı olmakla suçladı, kimi de uzman görüşlerine yer vererek öneriyi tartışmaya açtı.

Söz konusu öneri faşizm çerçevesinde tartışılabilir mi bilmem ama, cehalet, teslimiyet ve aptallık üçgeninde rahatlıkla yer bulabilir.

Potansiyel tecavüz mağduru zihinsel engelli kızların kısırlaştırılması önerisini getiren kurul, bunun tam tersine tecavüzü kolaylaştıracak bir uygulama olduğunun farkına ne zaman varabilmiştir acaba? Sonucu hamilelik olmayacak bir tecavüz eylemi, tecavüzcüyü ancak teşvik eder… Üstelik yaşadığını sorgulamak ve hesap sormak konusunda doğuştan bir engele takılmışsa mağdur, çok daha kolay olur saldırganın işi… Ne aileden, ne okuldan cinsel eğitim almamış, damacanayla, tavuğu bile mağdur etmiş, hastalıklı salyalarını akıtan adamdan bu kızları korumak yerine, tecavüzü engelleyemiyoruz, mağdurları rehabilite edemiyoruz, bari hamile kalıp ortaya elle tutulur bir sonuç bırakmasınlar demek, cehaletin getirdiği çaresizlik dışında ne olabilir.

Geriye dönelim…

Yıl 2008… 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’n de arkadaşı Silvia Moro ile barışa yürümeye başlamıştı Pippa Bacca, üzerinde beyaz gelinliği ile. Bir gün barışın gerçekleşeceğine olan inancı ile tabana kuvvet geçerek Balkanları, yüzyıllardır yiğitlikten, erkeklikten dem vurulan topraklara vardı. Mevlana’yı , Nazım’ı, Sebahattin Ali’yi, Yaşar Kemal’i de bu topraklardan biliyordu. Barışı sözleyen adamlardı onlar ve Anadolu’dandı hepsi… Mevlana’nın güneşinin katledildiğini, güneşin katli yakın diyen Nazım’ın sürgünde öldüğünü bilseydi belki daha hızlı yürüyüp geçerdi bizim yolları…

Ama o yüzünde güneşten sıcak bir gülümsemeyle yürüdü Mart’ın soğuğunda… Ta ki kararmış bir beynin, bedenin aşağılarına söz geçirmeyi çoktan unuttuğu kara eli ona uzanana kadar. Gelinliği ile yürüyen kadını “engelli” sandı belki katili. Nasılda derdini anlatamaz dedi. Ve önce ruhunu sonra bedenini katletti. Pippa’ya hayatta iken yapılacak en büyük kötülüğü yapıp, barışa, insana, sevgiye inancını yok etti önce ve Pippa en yaralı haliyle gitti dünyadan.

Pippa bu gün birkaç gazetede küçük bir haberin eskiden kalma baş harfi… Mazlumder’in verdiği “Halklar Arası Dayanışma” ödülünü onun yerine alan annesi için haberin küçüklüğü ya da büyüklüğünün önemi yok.

Sosyal Hizmetlerden sorumlu kurullar Pippa’dan örnek alıp başlangıca yönelmeliler. Sorunun başlangıcına ve derinine doğru bir yolculukla, tecavüzü yaratan sebepleri ortadan kaldırmaya kafa yormalılar. Sadece Sosyal Hizmetler değil tabi… Eğitimciler, kanun koyucular, sivil toplum örgütleri, akademisyenler, kanaat önderleri, medya el ele verip, kadınların ve çocukların hedef olduğu bu korkunç gerçekle nasıl baş etmemiz gerektiği üzerine acilen çalışmaya başlamalı…



Pippa Bacca ve bilmediğimiz tecavüz mağdurları için son olarak sözlükten bir tanım koymak istiyorum..



Tecavüz: Irza geçme veya tecavüz, kişinin rızası dışında cinsel ilişkide bulunulmasıdır. Genelde erkek tarafından kadına ve kız-erkek çocuklara doğru yapılan bir eylemdir. Tecavüz bir insanlık suçu olarak kabul edilir.

7 Aralık 2010 Salı

NİNNİ

“NİNNİ”

Hala çocuğuna ninniler söyleyen anneler için…



19 yaşında genç bir kız. Görüntüleri izlerken ya da haberi okuduğunda içi sızlamayacak kadın yoktur hikâyesine. Eğer kadınlıktan önceye başka şeyler koymadıysa…

İçindeki diğer hayat henüz 8 haftalıktı. Kalbi atıyordu, boyu yaklaşık 15 mm idi, ilk vücut hareketlerini yapabiliyor, hatta kollarını dirsekten bükebiliyordu. Ama onun hayatına son verecek polise direnmesi imkânsızdı. Ağız yapısı da 8. Haftada oluşan yeni hayat, sesini de duyuramazdı. Onun yerine annesi duyurmaya çalıştı sesini. “Vurmayın hamileyim” dedi. Ama polisler onu dinlemediler ve karnındaki bebeğini öldürdüler.

Bebek henüz 15 mm boyunda olduğundan mıdır? Basın manşetlerini çok dikkatlice seçti. Cinayet demediler, öldürdüler demediler. Polis tekmeleriyle bebeğini kaybetti diye yuvarlak laflarla geçiştirdiler haberi. Oysa bu düpedüz cinayetti. Hesabının verilip, verilmeyeceği belli olmayan bir vahşet…

İsmi yoktu henüz onun… Sesi yoktu… Hayata gelmeden, gitti hayattan… Aynı gün başka bir haberde bebeklerin cinsiyeti artık 2. Ayda öğrenilebilecek yazıyordu. Annesi belki de ertesi gün bir kızı ya da bir oğlu olacağını öğrenecek ve sevgilisi ile paylaşacaktı mutluluğunu.

Onun yerine asayişten, halkın güvenliğinden sorumlu, devletten maaşlı polis memurlar bebeğini öldürdüler. Gazetelere haber oldular bu sayede herkes tanıdı 19 yaşındaki küçük anne adayını. Ama çoğunluk pek de itibar etmedi acısına. Çünkü hak etmişti o nikâhsız hamile kaldığı için. Haberlerin altına ve başka sitelerde yapılan yorumlarda okuduk ikiyüzlü insanlığı. Taşıyıcı muamelesi gördüğümüz bebeklerimizin hayatında pek de söz hakkımızın olmadığını… Dünya erkeklerin dünyası olmaya ve kadın çoğunluk bunu sorgusuzca kabullenmeye devam ettikçe bebeklerimize ninni söyleyemeyeceğiz…

Belki de anne olmayı bilmedikleri için erkekler annelik karşısında bu kadar acımasız ve aymaz olabiliyorlar. Belki de bu yüzden bir koca hamile karısını döverek öldürüp, 3. Sayfa haberi olarak çıkıyor karşımıza. Belki baba olmayı da bilmiyorlar. “Baba” aynı devlet gibi, polis gibi, bir otorite ve disiplin merkezi olarak kabul gördüğü için kendilerine hak görüyorlar kadına ve çocuğa şiddeti. Otorite ve disiplinden anladıkları yüzyıllardır dayak olduğu için belki…

Tanrı eğer İbrahim’e değil de anneye verse idi oğlunu kurban etme görevini giriş, gelişme ve sonuç bölümleri kesin çok farklı olurdu hikayenin… Bir kadının ruhunda şekillenirdi belki bayramlar ve babalar da ninni söylemeyi öğrenirlerdi çocuklarına…

“kızım kızım kınalı da kuzum kardan beyazım “ diye başlayan ninni deki kız bebek de, kuzu da hayata kurban edilmezdi o zaman belki…

5 Aralık 2010 Pazar

KADAVRANIN CİNSİYETİ, KARAR VE ACI VERME KAYGISI ÜZERİNE… “BODY WORLDS…

Popüler olan şeylere alerjisi olan, sevimsiz, takıntılı insanlardanım. Herkes gibi olmamak arzusunun saçmalığında bir sürü güzel şeyi kaçırır, eksik kalırım. Kaçırmadıklarımda da sonuna kadar bekler, ucundan yakalarım. Body Worlds için de aynısı oldu ve sonra Görünen Kadınlar’dan Buket Beşkök’ün de itelemesi sayesinde sergiye yolum düştü. Kıl tabir edilen tipin önde gideniyim ya, her hangi bir şey okumayı da reddetti ruhum sergi hakkında.

Saat 14.00’te vardığım Antrepo’da gördüğüm kuyruk, yazlıkta girdiğim pide sıralarını hatırlattı. Binanın dışında başladı ve yaklaşık 45 dakika sonra biletlere ulaştım. Bilet sırasından çıkıp, sergi salonu sırasına girdim ve saat 15.58’de ipi göğüsledim. İlginin yoğunluğuna mı sevineyim, ayaklarımın acısına mı üzüleyim bilemediğim anda, sergiyi rahat rahat gezmenin imkânsızlığını görünce canım sıkıldı. Her “eser” in etrafında onlarca insan, Cumartesi pazarında don seçer gibi üst üste yığılmışlar. “Ölü Sanat” ‘ın bu kadar ilgi görmesinde, gitmeyene kız vermiyorlar, bizim de edecek 2 lafımız olsun mantığının hâkim olduğunu çevredeki yorumlara kulak kabartınca görüyorsunuz. Ancak, sebebi ne olursa olsun bu kalabalığı görmek güzel.

Sergide bütün halde ve de organ parçası olarak insan bedenini görmek ilginç tabi. Ancak gördüklerinizin bağışçıların bedeni olduğunu bilmeseniz, maket sanmanız yüksek ihtimal. Kadavralarla icra edilmiş sanatı görünce tüylerim diken diken olacak sanmıştım ama, hiç etkilenmedim. Sıradan bir sergiyi dolaşır gibi gezdim. İnsan bedeninin derisiz hali pek de sevimli değil. Sanatın estetik duygusunun hiçbir yerinde olmadığı, garip bir şeydi Body Worlds. Ama insanı bazı şeyleri düşünmeye ittiği gerçeği de yadsınamaz.

Öncelikle, sayıları yaklaşık 30 kadar olan bütün haldeki insan bedenin sadece ikisi kadın cinsinden. Beynim merak etmeden duramıyor sebebini. Eser sahibinin seçimi mi? Yoksa kadınların öldükten sonra bile bedenlerinden vazgeçmekte, erkeklerden daha isteksiz olması mı? Bedenimize fazla özen göstermekten ve kendimizi bedenimizle beğendirme çabamızdan mı bağlanıyoruz bu kadar ete, kemiğe derken, başka bir soru takıldı aklıma…

“Ben bedenimi bağışlayabilir miydim?”

Bu güne kadar beni denize atın balıklar yesin diyen beni, bir düşüncedir aldı gitti. Bedenimi bağışlayabilirim ya da yakılabilirim. Öldükten sonra dahi dünyada yer kaplıyor olma fikri bana göre değil. Ama bildiğim bir şey var ki, öldükten sonra da beni sevmeye devam edecek birileri olacak. En azından kızım. Acaba benim kararım kızımı, kardeşimi, annemi, arkadaşlarımı nasıl etkiler. Onlar, ben öldükten sonra bedenimi bir sergide görünce ya da hepten yok olunca ne hissedecekler. O yüzden, kızım büyüdüğünde bu kararı onunla birlikte almam gerektiğine kanaat getirdim. Ölümü doğal kabul etmeyi de öğrenmeli o zamana kadar. Yaşamın döngüsüne inancı, bana olan sevgisinin önüne geçer ya da geçmez, ne kadar az üzülürse benim için o kadar iyi…

Serginin kendimi sorgulamama sebep olan diğer etkisi ise, ölü bedenler karşısındaki kayıtsızlığımı fark etmem. Benden doktor olmazmış, ama gasil hanede ya da adli tıp kurumunda çalışabilirmişim. Canlı herhangi bir insanın parmağındaki dikeni çıkaramayan ben, ölü bir beden üzerinde çalışmaktan çekinmezmişim. Bu noktada “canını acıtmak” giriyor devreye. Can ve acı iki kelime. İkisi de yaşamı ifade ediyor. Canlı olan acı çekiyor ve ben kimseye acı veremem. Ne bedenine ne de ruhuna. Kendi ayağıma saplanan bir şişi rahatlıkla çıkarabilirim, ama başka bir insanın eli kesilse ağlamaya başlarım. Birine acı verme fikri bana “acı” veriyor çünkü. Korkuyorum… Ölü bir bedenin acısızlığı ile umursamaz olabilirim ancak. Ve anladım ki ölü bir beden olana kadar da acı çekmeye devam edeceğim “insan” olarak…

4 Aralık 2010 Cumartesi

"yürümek"

Şimdi böyle “yürümek” falan deyince sanmayın ki siyasi içerikli bir yazı yazacağım. Alakası yok. Fiilin en bilinen, en saf hali ile 2 ayağımız, bacağımız, kemik ve kaslarımızı kullanarak yaptığımız eylemle bozdum aklımı bu gün.

12-13 yaşlarında şekillenir kadın kısmının yürüyüşü. Memelerin büyüme hızına göre adımların süre ve sıklığı belirlenir, boyuta göre de duruş ve tarz şekillenir. Bir de yetiştiğimiz aile, çevre ve genetik faktörlerin yarattığı karakter özellikleri girer devreye. Ne kadar utangaç ve çekingen isek, o kadar eğimlenir sırtımız.

Anne, babalar ergenliğe geçen kızın durumu üzerine kafa yoran ve çocuğuyla konuşan cinstense, eğim azalır. Memelerimizden utanmaz, göğsümüzü gere gere gezeriz, başka bir deyişle… Anaların ak sütünün, adamların ağzının suyunun aktığı memeler yürüyüşümüzü şekillendiren en önemli uzvumuz olur böylece.

Yürüyüşe garip kıyafetler de eklenebilir ergenlik döneminde. Öne eğik omuzlarımızı bol bluzlar örtüverir. Sütyen denen şahane giysinin hayatımıza girişiyle boyutlar, sayılar, A lar B ler, yani matematik de dahil oluverir bedenimize. Oysa en basit sayı “2” dir. 2 tane meme.

Kızlarımıza memelerinden utanmadan dimdik yürümeyi öğretmeli, onları öyle yetiştirmeliyiz. Vücudumuzun bu parçası, karakterimizle birleşip duruşumuzu şekillendirirken, bizi de erkekten ayırarak, şeklen kadın yapar. Bu şekiller yüzünden erkeklerin bir dolu isim taktığı da olur bize. O onların sorunu, gülüp geçmeli…

Hayatımızın ilerleyen zamanlarında ise, kendine dokunmaya utanmayan, bedenini seven kadınları bazen kötü sürprizler bekler. Parmakların ucundaki sert bir kitle bir anda kabusumuz haline gelir. Geç kalınmış bir sürpriz ise, çoğu zaman kayıpla sonuçlanır. Kimi zaman hayatımızın, kimi zaman da ergenlikte utandığımız memelerimizin kaybı… Sırtımızı eğen, adımlarımızı yavaşlatan memeler hayatımızdan çıktığında anlarız memelerin kıymetini…

Dik durmayı öğretelim kızlarımıza, göğsünü gere gere yürümeyi. Memelerimizi sevelim, erkeklerden daha fazla…

“Calender Girls” filmini bir kez daha izleyelim ve kendimize alabileceğimiz en güzel sütyeni alalım… Ben aldım “siyah”…

30 Kasım 2010 Salı

GÖRÜNEN KADINLAR "küçük harfle kadın"

Erkeklerin dünyasında yaşadığımın ve tarihin başlangıcından beri cılız bedenlerimizin, hassas ruhlarımızın saydam kalkanları olduğunun farkındalığı ile uyanıyorum her sabah…
“Erkek gibi kızım var” derdi babam gururla ve “karı” gibi kıvırtma laflarıyla büyüdüm futbol sevdamın yarattığı arkadaş grubumun arasında. Annem elinin hamuruyla bir türlü karışamadı iş hayatına ve anneannem “erkek gibi” sigara tüttürdüğünden akciğerleri iflas etti. “Adam” olmak için okudum, “büyük adam” olmak içinse pek şansım olmadı.
Ara sıra kim olduğumu unutup, 2 güçlü kolun korumasına ihtiyaç duyduğumu sandım. Aşkın yarı hastalıklı, yarı büyülü dünyasında, kaybettiğim ayakkabının tekini giydirecek diye beklediğim prensin kollarında uyurken ne kadar da güvende hissettim kendimi, sıradan kadınlığımda…
Bir sürü “delikanlı” arkadaşım var. Hepsi “Görünen Kadınlar”… Dünya üzerinde kapladıkları alanı değil, hayata kattıklarını dert eden kadınlar. Kadınları, kadın olmayı, insan olmayı dert eden… Âşık olabilen, anne olabilen, üretebilen, bilen, soran, karşı koyabilenler… Kadının bağımsızlığını yine kadının yaratabileceğine inanan, bedeninin ve ruhunun kendine ait olduğunun bilincince olanlar…
Güçlü kadınlar onlar. Ama erkek elinden çıkmış şiddetim mağdurları arasında onlar da var. Ne bilgi, ne kariyer, ne para, erkek egemen toplumun ziftlenmiş ayaklarının altında ezilmemizin önünde durabiliyor. Vurulmayan kırılıyor, öldürülmeyen yaralanıyor, bedenini koruyan ruhuna yüklüyor acıyı. İçinden duygu denen şeyi atamayınca başka türlü şiddetlerin mağduru oluyor kadın. Ama her şeye rağmen duygusuzlaşmayı da reddediyor…
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde gazete köşelerinde sayısal değer olarak yerlerini alan, fiziksel şiddet görmüş, kimisi hayatını kaybetmiş kadınlar. Sisteme rakam olarak kaydedilen şiddet mağdurlarının hayatta kalanlarından şikâyetçi olma cesaretini gösterenler ve de şiddetin büyüklüğü sebebiyle gizli kalmamasından dolayı kayda geçenler bildiklerimiz.
İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Koordinatörü ve Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Genel Başkanı Avukat Nazan Moroğlu, “her dört kadından birinin fiziksel, ekonomik, ruhsal, sosyal ve cinsel şiddet mağduru olduğunu belirterek, ''Resmi kayıtlara göre, kadın cinayetleri sayısı son 7 yılda yüzde 1400 artmıştır'' diye aktardı durumu…
Moroğlu aynı zamanda, kadına yönelik şiddetin yasal, sosyal, siyasi ve ekonomik eşitliğini sağlama fırsatlarını sınırladığını, girişimcilik ruhunu ve kendine olan öz güvenini yok ettiğini söyledi.
Sayılar fiziksel şiddete maruz kalan kadınları temsil ederken, her gün iş yerinde, evinde, sokakta, markette, mahallesinde, okulda, ruhsal ve toplumsal şiddete maruz kalan, her kesimden sayısız kadının yaşadıkları ise, toplum kuralları ve kanunlarla olağanlaştırılmış durumda. Kadın olduğu için iş bulamayan, cinsel obje olarak görülen, kadın olduğu için aşağılanan, doğuştan günahkâr sayılan, namusun denilerek kariyerinden hayatından olan ya da giysisi yüzünden okuluna giremeyen, yine giysisi yüzünden mahalle baskısı görenler için erkek eli ile üretilen çözümlerle bir yere varılabilir mi?
Sanal paylaşım sitelerinde kadına yönelik şiddeti kınayan bir sürü video paylaşılıyor. Paylaşanların büyük çoğunluğu da erkekler… Günah çıkaranlar, kadınlara gerçekten değer verenler, sanal alemin popüler konularını paylaşan dikkatçekmeseverler ve duyarlılar. Böyle erkekler de var sayıları çok olmasa da…
Bedenimize ve ruhumuza yapılan tecavüzlerden kurtulmak için yine erkeklere sığınmak zorunda kalan bizler için dünya ne zaman ve nasıl değişir bilemiyorum. Dolmuşta bacağını bacağımıza değdirmeye çalışan, yakamızdan alabilecekleri küçücük bir görüntü ile tatmin olan, sahip olduğunu herkese göstermek için bedenimizde izler bırakan erkeklerin beyni değişmedikçe zor. Kimsenin cinsel hayatı yokmuş gibi davranılan, çocuklarını evde, okulda döven, aşağılayan, annenin, kız kardeşin ailede 2. Sınıf muamele gördüğü bir toplumun yetiştirdiği erkeklerin kafalarının değişmesi zor. Bu zorluğu gören kadınların büyük bir bölümü ise çareyi erkekleşmekte buluyor. Delikanlı kızlar, erkek gibi hatunlar, adam olan kadınlar olarak “sadece insan” olmanın dik başlı gururundan uzaklaşmamak için kadınlığı unutmadan çözümler bulmak yine kadınları sorumluluğunda. Zamanımızı kendimize kattığımız değerle orantılamak ve bilgi ile donanmak her şeye rağmen mücadele edebilmenin birinci şartı.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Sanal Alem Yazıları " Çıplaklar Kampı"

Teknoloji ve Kaybolan İnsan İlişkileri…


Yalan, dolan, ruhum talan…

Paranoyak amatör bir hafiyeyim artık. Akşam çıkalım mı diye sorduğum arkadaşım yok evde dinleneceğim diye cevap verir. Pattt birkaç gün sonra Facebook’ta o gecenin bir fotoğrafı “tag” leniverir. Sonuç bir arkadaşlığın sonunun başlangıcı… Sevgilin sevgililer gününde çalışır bu doğru. Ama ben de senle geleyim dediğinde, canım ne gerek var kalabalık olur şimdi mekân otur sen evde dediğinde hemen o geceyi attending yapanlara bakarsın ve içine bir şüphe düşer gecenin bir vakti mekanın kapısında bitersin. Sonra sevgilin kolunun altında başka bir hatunla çıkar kapıdan. O anda başka türlü bitersin.

Sonra işle ilgili vaatler verir bir arkadaşın, şunu yapacağız hallettim, bunu böyle görüştüm mükemmel her şey der. Tesadüf bu ya! Başka bir arkadaşının evinde içkisini yudumlarken, arkadaşını “cep” ten biri arar. Diğer arkadaşın görüştüm, işi bitirdim dediği insanın hiçbir şeyden haberi olmadığını duyuverirsin. Tek taraflı verimliliği olan bir iş birlikteliğine de orada nokta koyarsın.

Yalancının mumu artık yatsıya kadar değil, bir commente, bir tweete, cebe gelen bir mesaja ya da tag lenen bir fotoğrafa kadar yanıyor. Peki, biz eskiden de bu kadar yalancı mıydık? Yoksa birbirine inanmanın ve yalanların gizlenebildiği dönemlerin mutluluğuna sığınmış zavallılar mıydık?

Teknolojinin insanlığın emrine gerekli, gereksiz yüzlerce icat ürettiği günümüzde “güven” duyduğumuz tek şey yine teknoloji. Cep telefonumuz, bilgisayarımız ve belki de televizyonumuz. Her dediğimizi yapan, bize yalan söylemeyen, hatta hata yaptığımızda dürüstçe uyaran ve biraz kızdırdığımızda error veren yine bu alet, edevat. Peki insanlar nerede? Güvenebildiğimiz, inanabildiğimiz insanlar. Hani o “sözünün eri” dediklerimiz… Sevdiklerimiz. Şimdiki gibi kolayca vazgeçemeyip, duygusuzlaşmamıza sebep olmayan gözleri insan gibi bakanlar. Hissedebilenler.

Bu noktada da imdada teknoloji yetişiyor. Bizim için kurulan sanal ortamlarda kendi istediğimiz gibi arkadaşlar, sevgililer şekillendirebiliyor, sevdiğimiz mesleği seçip, dünyanın istediğimiz yerinde yaşayabiliyoruz.

Teknoloji üzerimize giydiğimiz sahte kumaştan giysileri çıkarıp attı. Çıplaklar kampı gibi dünya. Hepimiz anadan üryan tüm yalanlarımıza ve bunun yarattığı paranoyaya mahkum edildik.

Koğuşlarımız, hücrelerimiz MB, GB, TB olarak suçumuzun duruma göre değişen büyüklüklerde. Ruhumuzu ele veren ispiyonları ise sanal dünyaya yazdıklarımızla bizler yapıyoruz..

Herkese iyi uykular…

DNA

25 Kasım 2010 Perşembe

GÖRÜNEN KADININ MANİFESTOSU

“Akıllıyım, bilgiye inanırım, eğitimliyim, kültürlü, aynı zamanda duyarlıyım. Kariyer hedeflerim var. Ama bu hedefe giderken kendimi de başkalarını da üzmek istemem. Dünyada ne olup, bittiğini merak etmekle kalmayıp, kendimce çözümler üretmeye çalışır ve bu çözümlerin neresinde olduğum konusunda kafa yorarım. Güçlüyüm. Tek başına ya da birlikte var olmanın ve de ayakta kalmanın bir yolunu her zaman bulurum. Çünkü bunun için gerekli donanıma sahibim. Aynı zamanda sahipsizim, özgürlüğe inanırım.”


“Battı balık yan gider dedim”.
Atalar söylemiş ya, işimize geleni doğru kabul edelim diye
ve hayatımın bir noktasında, hem de tam battığım noktada
boş vermeyi öğrendim. Sormak yerine sorgulamayı,
koşturmak yerine beklemeyi ve kendimi oyalamanın hep bir
yolunu bulmayı keşfettiğim anda “aklını kullan adını çıkar
deliye” ve herkes seni böyle kabul ettiğinde hayat çok daha
kolay olacak dedim. Doğuştan bir serseriyim. Yaptığı
hataların bileşkesi olan ve bu halini seven bir tuhaf insanım.
Kimsenin dediği ve istediği gibi yaşamak zorunda
hissetmiyorum. Hala hata yapmaya devam ediyorum. Hiç
bilinmeyenli bir denklem olan hayatı çözmek yerine
yaşamayı tercih ediyorum. Belki “bi yanlışlık var bu işte”
birileri için ama ben 90m2 lik kiralık ülkemde
bağımsızlığımı ilan ettim. Bu ülkenin halkı da yöneteni de
benim ve kimseden oy toplamaya ihtiyacım yok. Dilediğim
hatayı yapabilirim bu cezasız alanda. “

3 Eylül 2010 Cuma

HASANPAŞA HANI

Vezirzade Hasan Paşa tarafından inşa ettirilen ve Diyarbakır Ulu Camii'nin doğu kapısında bulunan Hasanpaşa Hanı, şehrin en gözde mekanlarından biridir. Rengarenk demir parmaklıkları, kagir odaları ile 3 katlı şaheseri, Evliya Çelebi'nin anlatıları na da konu olmuştur. Restarasyon çalışmaları sonunda eski güzelliğine kavuşan yapı, şehrin değişen yüzüne ayak uydurmuş ve Diyarbakır'ın en popüler mekanlarından biri haline gelmiştir. Envayi çeşit hediyeliğin satıldığı dükkanları, meşhur Diyarbakır kahvaltısının en orjnalinin yenilebileceği kahvaltıcıları ile günün her saati yaşayan mekan turistlerin de gözdesidir.




Sıcak havalarda, taş duvarlar arasında serin bir esintiyle insanı saran ve tarihle kucaklaşan Hasanpaşa Hanı, geçmişte tüccarların uğrak ve dinlenme yer iken, bugün de günün yorgunluğunu atmak için bir sıcak çay içmek isteyenler için idealdir. Yorgun ve güneşten kısılmış gözler, mekanın huzur veren havası ile değişir ve dinginleşip, canlanır...
hasanpaşa Hanı şehri ziyaret eden turistlere alışveriş imkanı sunarken, geleneksel sanatlarımızın da bu yolla dünyaya yayılması için merkez görevi sütlenir

1 Temmuz 2010 Perşembe

Diyarbakır...

Gözlerini kapayıp bir şehri dinleyen meşhur şair, Diyarbakır’da olsaydı eğer, gözlerim hiç kapanmasa diye yazardı şiirini. Taşın ,toprağın ruhu olduğuna inandıran, bir mırra yudumunda surlara yaslanan, sokağı dar gönlü geniş şehir…



Binlerce yıllık masallarını Dicle’nin bağrında saklar, Doğu’nun gizemli güzeli. Yıkılmayacak kadar sağlam, gözyaşı dökecek kadar kırılgan şehri görmek için geç kalmamalı… Tarihi, sanatı, hayatı kucaklayan eşi benzeri olmayan Diyarbakır’da bir anda karşınıza çıkan seyyar dönme dolaplarda çocuk kahkahalarıdır içinize işleyen. Kapılarından başka şehirleri kucaklayan, zanaatkârları, utangaç gözlü kadınları, çarşıları, yemekleri ile insanın kalbini fetheden bir güzellik...


İnsana insan olduğunu hatırlatan taşların sessizliğine sığmayıp taşan bir ırmak...

29 Haziran 2010 Salı

Midyat

Miladın öncesinden beri var olan şehir, sanki insanlıkla başlamış gibi zamansızdır... Miadı hiç dolmadan gelip geçen insanoğluna mekan olmuş, elle tutulur mucize...

Kaç halk, kaç dil, kaç din yeşermiştir toprağında bilinmez... Ama her birinden derin izler taşır... Dünyaya nam salmış evlerinin geniş avluları gibi geniş yüreğiyle, kollarını sığınmak isteyen herkese açar Midyat...

Mağaralar şehri Matiate'den, taşın sanat haline geldiği Midyata dönüşen adı ile göreni kendine aşık eder. Güneydoğunun nazlı ve gururlu gelini gibidir Midyat. Dokunsan kırılacak gibi ama dokunulamayan.

Hiçbirinin gölgesinin bir diğerinin üzerine düşmediği evleri, yanyana göğe yükselen 3 dinin kutsal mabetleri, nakış gibi işlenen gümüşleri ve sabrın sanatı telkarisiyle Midyat nadide bir eserdir...

ummanlardan bin metre yüksekte elini uzatsa dokunacağı yıldızların altında dağlardan akan suyla hayat bulan şehir, insanoğlunun ezberini tümden bozacak bir ruha sahiptir... Sevgi, barış ve kardeşlik arıyorsa gönül... Onu Midyat da bulacaktır...

17 Haziran 2010 Perşembe

Truva

GÜZELLİĞİN KAPISI BİR EFSANE İLE AÇILDI

GÜZELLİK AŞK OLDU

AŞK SAVAŞ

SAVAŞ HİLELİ DEVASA ATLARA DÖNÜŞTÜ

ATLAR GÜZELLİKTEN SAVAŞA GİDEN BİR YOLUN YOLCUSUNA

OYSA KIRLARDA ÖZGÜRCE YELELERİNİ SAVURURDU ATLAR, EN AZ BİR KADIN KADAR GÜZEL

AMA HÜKMETMENİN, SAHİP OLMANIN VE KAN DÖKMENİN SİMGESİ OLDU TRUVA’DA

VE GÜZELLİK UNUTULDU…

TRUVA – SAVAŞIN KAPISI

Elma çoktan yasak meyve ilan edilmişti masaya düştüğünde. Ve tanrıçalar, üzerinde en güzele yazan altın elmayı görünce, sadece kadındılar, en güzel olmak isteyen…

İda dağının çobanı Paris, tanrıçalardan daha güzel Helen için verdi elmayı Afrodite…

Paris in kalbi ne kadar Helen de ise

Menelaos un aklı o kadar Truva’daydı

Ve kadınını alınca Truva’nın oğlu

Sadece beklediği bahaneyi buldu Akha’nın kralı

Tanrılar, canları sıkılmış geziyorlardı Olimpostan İda’ya…

Ve tanrılar savaş istiyorlardı krallarından

Küçüktü insanoğlu, ne kadar zayıftı güzelliğin karşısında…

Bir kadına, bir şehir feda edecekti Paris. Ve kana susamıştı, kılıç tutan elleri kaşınan savaş çığırtkanları...

Karanlık bastığında Ege kıyılarına, çığlıklar dövecekti Truva’nın kalbini

Ateşler arasında feryat eden bin kadının çığlıklarıydı onlar, bir kadının aşkı için kendi aşklarından vazgeçen

Savaşın kapısı açılmıştı ve savaşa âşık olanlar görmek istemediler Hektor’un bilgeliğini…

Kılıcını güvercin yapmıştı Hektor, barıştı gövdesinin adı. Ama tanrılar savaş istiyordu ve küçüktü insan.

Bir elinde tanrısal gücü, bir elinde Briseis’in saçlarını tutan Aşil, sürükleyince Hektor’un cansız bedenini Truva da, pişman oldu Hekabe Paris’i yaşattığına…

Tanrılarsa güldüler tanrıçalarıyla, dağılırken Truva

Taraf tuttular savaş oyununda

Açılınca ardına kadar karanlığın kapısı, oluk oluk kan aktı İda’dan egenin mavi sularına

Yetmedi bu kadar kan ve gider gibi yapıp, barışa el sallarken odissea, tanrıların hediyesini bıraktı Truva’ya

Zaferin sarhoşluğuyla dev aynasına bakan kör Truvalı, açtı tanrıların hediyesine kapısını ve yüzyıllarca anlatılacak hileli hikâyeyi aldı şehrine

Savaşın kapısı bir kez açıldı mı sonsuzdur yolu

Çünkü kötülüğün dostu çoktur

Truva’nın tahta atından şehre yayılan kan, yüzyıllarca anlatılan bir destana dönüşünce, sanatın ilk büyük söz ustası oldu Homeros

Büyük usta Homeros

Savaşın şairi

Bekledi ömrünce açılan savaş kapılarını

Ve güzellikten aşka, aşktan savaşa açılan kapıların sanatını çaldı tanrıçalardan

Söz yazıya döndü.

Yazı resme…

Görünce resimdeki sanatı tanrılar savaşın kapısını sonsuza dek kapadılar. Büyümüştü insan…

Mardin

Bu Şehrin damarlarından kan yerine insan akar. Daracık sokakları birbirine bağlaya abbaralar, evlerin altında gizemli bir yolculuğa çıkarır insanı. Hayata abbaralardan geçilir Mardinde. Karanlıktan ışığa açılan geçitlerin üzerinde evlerin odaları vardır çoğu zaman. Aşkların, acıların, yeni başlangıçların yaşandığı, kimi zaman bir bebeğin dünyaya ilk haykırışının duyulduğu odalar...

Taş evlerin avlularında oynar büyüyen bebekler. Gerçekten dardır sokakları şehrin, oyuncakların bile sığmayacağı kadar.

Geceleri, pencerelere Suriye nin ışıkları vurur birer yıldız tanesi gibi. Bir el uzaklığındadır diğer ülke. Bir insan sıcaklığında...

Dağ yamacındaki gerdanlık, selam eder 3 dinin mabedi ile dünyaya. Kutsal kelimeler yükselir her bir adımından.


Tarihin yazılmadığı, yaşandığı şehirde bir ressamın fırçasından çıkmışçasına ahenklidir renkler. Âşık olmaksa bir şehre kalbin meyli, Mardin öylece bekler onu bir gelin gibi.

Dünyanın koruduğu büyülü güzelliği ile şarkılar yollar "gel" der Mardin sevdalısına. Ve ruhun kanatları süzülür Mardin’e doğru, sevgiyi, barışı ve sanatın şehre dönüşmüş halini görmeye...

Batman

Suyun gözyaşı gibi aktığı, hüzün kokan şehir, bağrında Hasaykeyf mucizesini saklar.

Etrafa yayınlan petrol kokusunda ise, Raman Dağı’nın bölge insanına sunduğu gücün etkisi hissedilir…

Su, petrol ve tarihi zenginlikleriyle dünyanın uğruna savaştığı tüm varlıkları cana yakın insanları ile paylaşan Batman’da hayat bu mucizelerle uyumlanmış gibidir…

1000 den fazla mağarası ile doğal güzelliklerini taçlandıran şehir, zenginliğin tarihteki en büyük temsilcisi Sultan Süleyman’ın mührünü taşır kemerli kapılarında.

Hasankeyfin mağrur duruşu ile yücelen Batman, gerçek zenginliğin gözle görülenin ötesinde olduğunu anlatan bir bilge gibidir.

İnsan eliyle, ilahi dokunuşların buluştuğu yerden sükunet ve sadeliğin anlaşılmaz ihtişamı hissedilir.