28 Haziran 2011 Salı

AĞZI BOZUK BİR YAZI +18

uyarı! bu yazı şiddetli küfür, bel altı benzetmeler, argo ve çeşitli “edepsizlikler” içermektedir.

küfür hayatın gerçeği… tribünde, trafikte, iş yerinde, sokakta, yatakta nerede olursa olsun beynin küfür merkezi bir sinir anında harekete geçip, dile yolladığı sinyalle kırmızı kartlık tezahüratlara sebep olabilir.

nezaketi tavan yapmış herhangi cinste bir insanın şalteri atmaya görsün, en kötü ihtimalle beyninden okkalı bir küfür geçer. o yüzden ben de bu yazıda ağzımı bozma özgürlüğümü kullanıyorum.

sabah evden çıkmadan taksi durağını aradım ve telefonun ucundaki görevli 5 dakika sonra kapınızda dedi. sapık dakik ben, tam 5 dakika sonra kapıdaydım. 5-10-15 derken 18. dakikada dellenip aradım durağı. cevap; “hanfendi maslak’ta kaza var, durakta taksi yok”… ulan gerizekalı madem durakta taksi yok, nasıl 5 dakika sonraya zaman veriyorsun?

başlasın sinir harbi…

taksi gelmeyince tabana kuvvet caddeye yürümeye başladım. yediğim lafın haddi hesabı yok. belinden kafasına, oradan diline vurmuş cinsel başarısızlığını 3 kelime ile bana yönelten bamya kafalar, başka işiniz, evde karınız, seks yaptığınız bir sevgiliniz falan yok mu? neyse lan sakin ol, yola devam.

birkaç dakika bekledikten sonra bir taksi durdu ve metroya kadar gidicem, iyilik de yapıcam ya! o arada, durakta bekleyen öğrenci kılıklı oğlana “ isterseniz metroya kadar gidiyorum buyurun” dedim. yan gözle bir bakıp eliyle gerek yok anlamında bir işaret yaptı. buraya kadar her şey normal atladım taksiye metroya gittim. aşağı inip peronda beklerken taksiye binmeyen oğlan yanıma geldi. “ben sizi bilmem ne lokantanın sahibi belma hanım sandım, kendisini hiç sevmem ondan binmedim” gibi aptalca bir şey söyledi. sadece “önemli değil” şeklinde kısa bir cevap verdim. ama kurtuluş yok, yapıştı kaldı eleman… farklı duraklarda inmek şansım oldu.

toplantılar, toplantılar, toplantılar… sonuç alınan, bir sonuca varmayacak, ego tatmin eden, kırıştırılan, karıştırılan, hayal kırıklığı, kimi zaman hayal kurukluğu yaratan iş görüşmeleri…

sonra allah’tan maç saati… bira iç, heyecan yap, 2 küfür salla, geril, sinirlen, rahatla…

akşama boyfriend adayı ile konsere gidilecek… boyu devrilesiceden henüz haber yok. arıyorum, götünü nerede gezdiriyorsa arkada fasıl heyeti meşk ediyor.

boş verip maça dönüyorum yüzümü. dakika 26! yahu bu küfrün erkek adama edileni yok mu? bir kadın vücudunda ne kadar delik varsa adamların matkaplar orada. ana, bacı, avrat, ebe sıraya diziliyor. en kötü “karı gibi” lafı çıkıyor ağızlarından. amma sokma meraklısı şu erkek milleti. ama bu kadar diline vuranlar için söylenmiş çok söz var tabi.

sanki biz edemiyoruz…

küfrün çok yakıştığı kadınlar tanırım. öyle bir okkalı eder ve savurur ki sanki ağzından bal damlar. bel altından kasımpaşa yolculuğa çıkardığı hayat felsefesini, bir duble rakıyı başının üstünde evirip çevirip devirip kadın kadın kalabilen şahaneler…

e erkeklerde de delikler var…

5 Mayıs 2011 Perşembe

Tse Tse Sinekleri...

Güzel ya da güneşli günler görmemiştik. Ama görmeyi uman, gülümseyen yüzlere sahip, 12 Eylül’ün çakma çocuklarıydık. Hiç gerçek çocuklar olmadık. Neye oy verdiğinin farkında olmayacak kadar yorgun, Deniz’i ölmüş yılana sarılmış bir milletin kurtuluş diye evet dediği anayasanın kobaylarıydık.
Özel okullar, özel televizyonlar, özelleştirmeler derken insan olma özelliğini kaybeden başında özel olan şeylerle muhatap olup, giderek sıradanlaşan nefes alıp, veren canlılar olduk. Ürünlerle, markalarla boğuşurken kendimizi birden fazlasıyla yoğun çalışma saatlerinin içinde bulduk. Alınacak o kadar çok şey vardı ki! Çok çalışmalı, çok kazanmalı, yorgunluktan üzerinde sızacağımız bir sürü koltuk, çalışmaktan giymeye fırsat bulamayacağımız bir sürü giysi ve hormonlu, katkılı, katma değerli çöplüğümüzü zenginleştirecek “gıda” maddesi almalıydık.
İşte bunlar ruhumuzun katili Tse Tse Sinekleri…
İzlediğimiz dizideki külkedisi masalına inanıp, peşinden giderken bizi ısıran ve uyku hastalığına sebep olan virüsler. Bir kere ısırdılar mı, tedavi edilmezse hayat uykudan ibaret olur. Ve biz uyurken uyanıklar elimizde, kalbimizde, beynimizde ne varsa kemirmeye başlar…
Uyanıkların birinci hedefleri gençlerdir. Kendileri hiç genç olmadıkları için sevmezler gençleri, genç gibi yaşamalarını istemezler. Okullarını özel ve devlet diye ikiye ayırıp, aslında zengin fakir diye ayrıştırırlar onları. Koca koca şirketler bu özellerden mezun olanlara ilk okuldan kalma beyaz yakayı takıverir. 1984 filmini aratmayacak sistemlerde çalışırlar. Arta kalan çok az zamanda ise kazandıkları çok parayı harcamanın yoluna bakarlar.
Devlet okulunda mezun olan ise yine devlet kapısında açacağı memuriyet sınavını bekler. Ama sınav seçicileri o kadar hassastır ki bu konuda, şifreli bir şekilde en “hak” edenden yana kullanırlar seçimlerini.
Uyanıklar hiç sevmez gençleri…
Sesi nerede çıkarsa orada düğmeye basıp kısmak ister. Okulda, festivalde, statta, sokakta ve hatta sanal ortamda. Yasak üstüne yasak gelir.
Uyanıkların en çok korktuğu şeydir gençler…
Gençlerin kadın cinsinden olanları için çirkin yazılar yazdırırlar yandaş yazarlarına. Nedense 7 yılda 1400 kat artı verir kadına karşı işlenen suçlar. Demek ki kadın sokağa çıkmamalıdır. Suçlu da odur dekoltesinden sebep. Saçı pek bir dekoltedir genç kadınların.
Uyanıkların kadınlardan ödü patlar…
Örgüt lafını hemen terörizmin yanına yapıştırıverirler ki, bir genç örgütlülükten bahsetse annesi eyvah çocuğum terörist oldu desin ve müdahale etsin. Oysa örgütlülük özgürlüktür.
Örgütlülük uykudan önce son çıkıştır…
Uyanıklar en çok örgütlü hareketlerden tırsarlar…
Tse Tse Sineklerinden medet umanlar bir anda dağılıverirler…

25 Şubat 2011 Cuma

Sözsüz Alanda Faul...

Uyduruk bir hikaye, uyduruk insanlar, uyduruk duygular…

Birini sevmekle hayatında tutmak arasında ne kadar derin uçurumlar olduğunu bilsen, beni tutmaya çalıştığın iplerin sadece ben izin verdiğim için var olduklarını anlardın.

En sıradan, her şeyden arınmış sevgiden bihaber hayatında, bir şişe şarap ya da dizüstü bilgisayarından daha farklı olmadığımı fark etmediğimi sanıyorsan zekâma hakaret ediyorsun demektir.

Bir ipteki iki cambaz gibiyiz. Sen beni ve kendini kandırdığını sanıyorsun, ben kanmış gibi yapıp kendime hakaret ediyorum. İpler aslında kopuk, yamalı, bölük pörçük düşüncelerimizden ibaret.

Göçebe dijitallerin karmaşık duygu dünyasının üçkağıtçılarıyız. Dolandırdığımız ise kendi ruhlarımız. Asla dümdüz olamayıp kaygan zeminlerde bir o yana bir bu yana yalpalayarak düşmeyen ama kalkmayan kuklalarız.

Yazı kadar sıra dışı olamamamızın ezikliği ile kendimizi zor gösterip yoruyoruz birbirimizi. Oysa ne küçük, ne zavallı, ne öğretilmiş hareketler bunlar. Üstelik çok yürekli laflar edip, yüksekten aşağı yuvarlıyoruz kelimeleri. Koca koca cümlelerle kafa tutuyoruz duygularımıza.

Olmayız biz!

Ya da bir halt olmaz bizden!

Siyahla beyaz kadar farklı değil, siyahla lacivert kadar yakışıksızız birbirimize.

Gel diyemeyecek kadar korkak, git diyemeyecek kadar cesaretsiz, susamayacak kadar kendini beğenmişiz. Kaçak dövüşüyoruz, topsuz alanda faul yapıyor, arkadan vuruyoruz. Yeni yüzyılın fazlaca renkli rüyasında kaybolduk birbirimizi bulamıyoruz.

Farkına da varamıyoruz….

Nasıl?

Mutlu muyuz?

19 Şubat 2011 Cumartesi

Duvarla Konuşmak!

Dün akşamdan kalan kızlararası sohbetlerin sonucu kısa bir hikaye...



Bu hikâyedeki karakterler hayal ürünü olup, gerçek kişilerle ve olaylarla ilgisi yoktur…



Seninle her konuştuğumda bir duvara toslama ihtimalim olduğunu biliyorum.

Aşığım dedim, sen de âşıktın ama ıssız adamlıktan vazgeçmemek için söyleyemedin. İşte o zaman içimdeki inat mekanizması devreye girdi ve sonuç olarak ben de asla ağzıma almadım aşk denen kelimeyi. Ve söylemeye söylemeye unuttum âşık olduğumu. Sonra bir baktım vazgeçmişim sana olan aşkımdan.

O andan itibaren birlikte keyifli vakit geçiren iki insan olduk. Dertleştik de, eğlendik de… Bir türlü adı konamayan bir şeyi yaşarken önemsizliğimizi vurdum yüzüne. Öyle hissetmediğin halde bu kez katıldın söylediklerime.

O kadar kızdım ki sana, ben de ilişkimize bir ad vermeye çalışmaktan vazgeçtim. Adsız ve aşksızdı şimdi aramızdaki her neyse.

Birbirimiz için özel olmaktan çıktık böylece ve herkes kadar sıradanlaşınca ha sen ha başkası fark etmezdi. “Başkaları da girebilir bu durumda hayatıma” dedim, sesini çıkarmayıp sessizce kabullendin.

Madem benim senin hayatının özeli olma ihtimalim yoktu, ben de ihtimaller denizine dalıp, yarattığın boşluğu doldurma çabasına girdim. Ama ihtimaller o kadar çoktu ki başım döndü bir anda. Önüme konan meyve tabağında ne varsa yemek istedi canım. O sırada seni aramayı unuttum. Malum, yoğundum!

Bir gece beni aradın. Ser zamanki kaçamak, yarım yamalak cümlelerinde anlamsızca boğulurken, ben ne demek istediğini anladım. Beni özlemişsin.

Ama ben 1. Paragrafın giriş cümlesindeki âşık olan kadın değilim artık. Çok uzaklaştım o noktadan.

Söyleyemediğin her cümlede ve benim söyleyip duvarlarına çarpan her cümlemde uzaklaşıp gittim. Sürekli ileriye doğru hareket edip bir çember çizmediğimden sana geri dönüşüm imkânsızlaştı. Benim doğrum uzayda sonsuzluğa doğru ilerliyor. Sense söyleyemediğin cümlelerinde 4 duvar arasında ıssızlaşıyorsun.

Ben yeni bir başlangıç noktasındayım. Tam da istediğin insan oldum.

Sevgilerimle…

11 Şubat 2011 Cuma

Yıktım perdeyi eyledim viran!

Kırdım bazı kapıları ne açılsın, ne kapansın diye arkamdan.

Hani bir gün lazım olur diye, çıktığın yerin kapısını ne kadar sert kapattığına dikkat et derler ya.

Niye?
Bir ikiyüzlülüğü yaşamak için mi?

Nasihatler doğası gereği bizi uyuşturur ve sakin kalmamıza sebep olur bazen. Atasözünü, deyimi, öğüdü söyleyenin karakterini, hayata bakışını biliyor muyuz da, sorgusuzca ardından gidiyoruz. Çıkarcının teki söylemiş, aklı evveller dinlemiş diye benim boynum herkese karşı kıldan ince mi olacak şimdi. Gerektiği yerde, istediğim yerde kapıyı vurup çıkamayacak mıyım?

Ardımda kapı mapı bırakmadım velhasıl kelam. Toptan hallettim işi. Kapı yok, sorun yok.

“O kapının ardında ben ne bıraktım sen biliyor musun?” diye sorabileceğim biri de yok karşımda. Kim bilir hangi yüzyılda söylenmiş bir sözün bu gün hayatıma bu kadar sinsice sirayet etmesi hiç hoş değil.

O kapının ardında, sevip sevilmemek, aldatılmak, kandırılmak, yalnızlık, hakaret, küfür, ihanet, şiddet var belki!

O kapının arkasında kullanılmak, atılmak, ezilmek, ezdirilmek, yozlaşma, utanç var belki!

O kapının arkasında koskoca bir hiç var belki!

Oturup muhasebesini yapmadan kırabilirsem kapıyı ne mutlu bana, hesapsız bir insanım. Yüzümü rüzgâra dönüp, arkamdaki yalancı sükûnetten kaçabildimse aferin. Ne güzel bir delilik olur.

Vaveyla ile çırpınıp, birbirine ezerek yaşayan topluluğa yüzünüz dönük, geri geri yürüyerek uzaklaşın. Gemisini yürüten kaptanların yolcuları nasıl birer birer aşağı attıkları göreceksiniz. İşinin ehli kara kara düşünürken, işini bilenin nasıl gevrek gevrek güldüğüne şahit olacaksınız. Kimin eli kimin cebinde deyiminin boyutunun nerelere uzandığı gerçeği çıkınca karşınıza Matrix’i çözmüş Neo gibi azıcık dengeyi bozacaksınız.

İşte hastayken yalnız yatağınızda hayat insana bu hediyeleri veriyor. Bir ilaç şişesini açmaya gücünüz yetmeyip, şişeyi yere atıp kırdığınızda kapılar da kırılıveriyor. Ve kapılar yoksa size her yer açık...

“Bir musibet bin nasihatten iyidir” mi demişti birisi

20 Ocak 2011 Perşembe

"METRO" SEKSÜEL BİR HİKAYE... TÖVBE TÖVBE

Yer: İstanbul Metrosu

Güzergâh: Taksim – Darüşşafaka

Ucundan kıyısından bile olsa girmek istemediğim bir konuya, bu gün metroda yaşadığım bir olay sebebi ile giresim var bu gece. Dedim dur yazma. Ama saat 01.42 içim içimi yedi ve aldım bilgisayarı önüme.

Akşamdan geceye giden saatlerde metro istasyonundayım. Kalkmak üzereydi, aceleyle bindim ve hemen solumdaki boş bir yere oturdum. Sol yanımda 70 yaşlarına yakın bir teyze, sağ yanımda bir amca. Teyzenin de sol yanı boş. Bir durak gittik ve Osmanbey durağında teyzenin soluna torunu olabilecek yaşta genç bir çocuk oturdu.

İşte bu andan itibaren vay benim halime!

Teyze yanındaki oğlancağıza santim değmemek için tribe girdi. Hop benim kucakta. Sıkıntıdan patlarken sonraki durakta sağımdaki amca inince onun yerine kaydım, teyze de benle beraber. Çok sevindi eline erkek değme ihtimalinden kurtulduğu için. Bir de alt takma dişlerini sürekli diliyle bir dışarı bir içeri yapmasa kucak kucağa olayına katlanacağım.

Ama teyzem için kara bir gündü ve boş kalan yanına gene gençten güzel mi güzel bir adam oturuverdi. Teyze bu sefer komada. Korkudan iyice tepeme çıktı. Başladı tövbe etmeye günaha girdim diye. Herkesin inancı kendine ama çocukların tek derdi eve gidip uyumak her hallerinden belli. Etrafları umurunda bile değil. Üstelik bir tanesi elinde din dersi notları ile duruyor.

İçimden dedim teyze biliyor musun istatistiklere göre, benim lezbiyen olma ihtimalim yanındaki delikanlının gerontofili olma oranına göre kat be kat yüksek. Ama sen benim kucağımdasın. Nedir o kadındaki korku anlamadım. Çocuklara bir de ters ters bakışı var ki, eyvahlar olsun. İffetini korumak için var gücüyle mücadele eden teyzeden bir de tuhaf koku yükseliyordu. Sonra ayaklarımın altından kapıya doğru süzülen kırmızı suya baktım. Diğer yolcuların da dikkatini çekti. Teyzem inmek için ayağa kalkınca gördük ki, elindeki beyaz poşette bir kelle, poşet delik, kanlar yerlere akıyor. Korkunun değil ama kokunun sebebi anlaşılmış oldu.

Ne kelleden, ne de teyzemin yaptığı gibi o delikanlılardan korktum. Ama tertemiz yüzlü ve torunu yaşında 2 tane delikanlıya verdiği tepki ile onları seks objesi haline getiren teyzenin yetiştirdiği çocukları düşününce korkmadım değil. Umarım erkek çocukları yoktur…

Kadınla erkeğin en sıradan paylaşımının sapkınlığa, şiddete, zavallılığa dönüşmesinin en büyük sebebi cinsel eğitimin olmayışı. Bilgi sığınılacak en güvenli limandır ve insanı korkulardan arındırır. Erkeklerden korkarak değil, hem kadınları hem erkekleri nasıl daha bilinçli hale getireceğimizi düşünerek ve çözüm bularak yaşayalım.

9 Ocak 2011 Pazar

BİSİKLET

Çocukluğumun ilk evreleri tek çocuk ve tek torun olmanın garip halleri ile geçti. Fazla seviliyor, fazla korunuyor ve çok da fazla sıkılıyordum aslında ama dünyanın en içine kapanık tipi olduğumdan sesimi çıkaramıyordum. Ben değil de, etrafımdaki bütün büyükler çok şımarıktı. Bana aldıkları, benim için yaptıkları, bana davranışları ebeveyn şımarıklığının en üst seviyesindeydi. Sakınan göze çöp batar ya, fanusta büyüttüklere prensesleri bir gün 4. kattan apartman boşluğuna çakılıverdi. Ölümden dönünce gözbebekleri, bizim aile hepten sapıttı. Yaşadığım travmadan mı, çok küçük olduğumdan mı düştüğümü değil de, çevremdekilerin nasıl sapıttığını çok iyi hatırlıyorum. İyileşme sürecinin ardından tam anlamıyla evde beslenen evcil bir hayvana döndüm. Her gün süregelen burun kanamaları ve kafamdaki çatlaktan dolayı doktorun aman bağırmayın, üzmeyin demesi sonucunda vay başıma gelenler. “Neşe onu yemez, bunu sevmez, şunu giymez” , “Ses etmeyin uyusun” , “Çok kitap okumasın baş ağrısı olur, gözleri bozulur”…

Bunlar en hafif olanlarıydı. Asıl ağır olan ise dışarı çıkarken belden omuza kadar takılan “tasma” ve annemin elindeki ucu. Etraftakilerin garip bakışları ve gülüşmeleri arasında minik finocuk ben, lunaparka gider çocukları izlerdim. Sonra parkta bisiklete binenleri… Düşerim diye bisikletim başkasına verildi ve bana sadece arkasından bakmak kaldı.

Ben bunları yaşarken Türkiye’de başka düzeneklerin tekerlekleri dönüyor, hayat değişiyordu. Babam eve geç gelmeye, gelmemeye ya da ambulansla gelmeye başladığında, evde en çok kullanılan kelimeler grev, lokavt, eylem, sendika olmaya başlamıştı.

Oturduğumuz dairenin camının altında ise “oligarşi mezara halk iktidara” yazıyordu…

Yıl 1977, tarihlerden 1 Mayıs, yer Taksim Meydanı… Babam benimle ilgili daha cesaretliydi. Kadınların etrafıma ördüğü kozayı deler, futbol sevgisini, sokakları, hayatı benimle paylaşırdı. Ve bayramdı o gün, kızını omuzlarına alıp, arkadaşları ile meydana yürümeye başladı. Tarihin bilenen detaylarına girmeden eve yine ambulansla getirildiğimizi, daha doğrusu kaçırıldığımızı söylemem yeterli olur herhalde…

Ve sonra daha fazla şey değişmeye başladı…

10 yaşıma geldiğimde küçük prenses değil, yetişkin olması ve hayatı tek başına göğüslemesi beklenen biri oldum bir anda. Ama bisiklete bile binemiyordum. Çorabımı hep annem giydirdiğinden onu bile beceremiyordum… Hikâyenin buradan sonrasına gerek yok. Mesele, doğuştan itibaren düşe kalka büyümeyi öğrenmek… Korkusuzca ve ileriye bakarak gidebilmek… Cahilden daha cesaretli olmanın yolu olan bilgiye ve kendine güvenmek… Etrafımıza örülen korku duvarının arkasını merak ederek sormak, sorgulamak, cevapları istemek… Bireysel ve toplumsal hedeflere varabilmek için yürümeyi ve bisiklete binmeyi öğrenmek… Hayat çocuklarımıza öğretmeden, onların dizlerinin yaralanmasına izin vermek… Yönetenlerin bizlere taktığı görünmez tasmaları görülebilir kılmak ve görünenden kurtulabilmek… Birey olmanın, kadın olmanın ve bilginin var ettiği, sevgiyi içine kattığımız heyecan verici güzellikte bir geleceğin hayalini gerçekleştirebilmek…

Her birimiz başka bir şeyde bulacağız bu gerçeği. Yaptığımız işte, çocuğumuzda, doğada, yazıda, resimde, müzikte… Kendi gerçeğimizi bulduğumuzda dünyanın gerçeğini görmek de daha kolay olacak. Kendimiz bulamadığımızda bir dış sesin söylediğini dinlememiz gerekecek bazen. Kimilerimiz kendimizden o kadar uzağa gitmiş olacağız ki, o dış sesin gücüyle yerimizi bulacağız ve kendimizle bütünleşeceğiz.

Bana yaz diyen bir dış sesim var uzun süredir. Tek bir cümlemi kendimle bile paylaşamazken bir eli ile hep sırtımdan ileriye doğru iten. Düşe kalka yaz diyen. Bir gün onu duydum, sonra dinledim, sonra da dış sesimle, iç sesim birleşti ve korkumdan arındım. Şimdi beni yüksekten itti. Aşağı düşerken kanat takıp uçabilmek bana kalmış. Ama o beni itecek kadar seviyor biliyorum.

Görünen Kadınıma teşekkür ediyorum…

NOT: Kızımın bisikleti ile koridordan salona kadar gitmeyi ve hatta geri dönmeyi başardım…

5 Ocak 2011 Çarşamba

KAPASİTE MESELESİ...

KAPASİTE MESELESİ…
“Bir Söğüt Dalıyım En Şiddetli Rüzgâra Karşı Direnip Bir Elin İki Parmağı Arasında Kırılabilen…”
İçime derin bir nefesle çektiğim soğuk hava ciğerlerimi acıtıyor. Ellerim olmadığı kadar kırmızı ve sızlıyorlar. Kalabalığın arasında hızla yürürken gözlerimi kapıyorum. Göz kapaklarım zaten yorgun olan gözlerimi ortamdan bir an için soyutluyor. Duruyorum. İnsanların yanımdan gelip geçişini hissederken, sonsuz uğultu kulaklarımı yoruyor.
Yüzlerce hayatın akıp geçtiği insan nehrinin ortasında kalakalıyorum. Hiç birini tanımak istemiyorum. Hiç birinin acısını dindirmek istemiyorum. Beni sevmelerini, kendilerini sevdirmelerini, anılar yaratıp arkalarında özlem bırakmaklarına izin veremiyorum.
“Ne kadar az anı, o kadar az acı”
Ne kadar kazanırsan o kadar kaybedeceğin duygu tüccarlarının arenasında savaşamayacak kadar sınıra geldim. Acı kapasitem dolu…
Gitmeyi seçenler, seçmeden gidenler, yıkarak gidenler, bilmeden yıkanlar, zayıflar, sevgisizler, sabırsızlar ve diğerleri… Acı eşiğini atlamama sebep olanlar… Yenilerini istemediğim yaralardan kalanlar kabuk bağlıyor. Onlara sevgi gösteriyorum şimdi ve iyileşmiş gibi yaptıkça gülmeyi başarıyorum. Kahkahadan kalkanım ruhuma dokundurmayacak kadar sağlam.
Gözlerimi bir kez daha kapayıp içime bakıyorum ve en derindeki yaraların geçmişine de gülümsemeyi unutmuyorum. Barıştık, varlıklarını kabul ettiğimde ve epey zaman geçti üstünden. Yenilerini kıskanmalarına gerek yok. Çünkü asla eskisi kadar derin değiller.
En büyük acıyı yaşadıktan sonra insan, ilk tepkisi korkmak oluyor. Korkup kaçmak. Kaçtıkça uzaklaşmak. Korku Çin Seddi gibi ördükçe etrafını, alan daralıyor ve kontrol edilebilir hale geliyor. Bir zamanlar umarsızca savurduğun, heyecanla sağa sola dağıttın duygular beyninin emrine giriveriyorlar. Sonrası ise ihtiyaç anında duygudan duyguya çabucak geçişler yaşamak. Uçan balonların yerini, düşünce balonlarının aldığı, dinlediğin şarkıdan bile etkilenmekten kaçtığın için gözünün önüne notalar getirdiğin, insanlara bakmaya bıraktığın süreç işliyor.
Tik tak, tik tak… Saat gibi kusursuzca hareketlerin ve alandan taşmadan yaşamanın zamanı… Oysa bungee jumping gibi olmalıydım. Bir an için dibe vurup, sonra gökyüzüne çıkan. Duvarları başkaları örecekti, bense yıkacaktım onları. Kalkanlar çok sevdiğim fantastik dünyanın uzay gemilerinde var olacaklardı ve de tarihten kopup gelen filmlerde.
Bir tablo gibiyim gün ışığına terk edilmiş ve renkleri giderek solan. Görünmez oluyorum yavaş yavaş, makineleşmenin sert bil silgi gibi üzerimden geçip, müsveddemi kırıştırmasına bile kızamıyorum. Tepkisizlik, ne acizlik! Ama yapamıyorum. Ressamın fırçasının ucunu gözüme sokmasını ya da bir elin beni yüksekten atmasını bekliyorum. Beni itmeye cesaret edecek kadar seven biri… Tekrar görünür olmamı sağlayacak kadar beni gören. Beni düşürüp kendi başına kalk diyecek kadar dost. Hem söğüt ağacı hem de incecik bir dal olduğumu, ikisinin de ben olduğumu anlayacak kadar gören, görünen biri…