20 Ocak 2011 Perşembe

"METRO" SEKSÜEL BİR HİKAYE... TÖVBE TÖVBE

Yer: İstanbul Metrosu

Güzergâh: Taksim – Darüşşafaka

Ucundan kıyısından bile olsa girmek istemediğim bir konuya, bu gün metroda yaşadığım bir olay sebebi ile giresim var bu gece. Dedim dur yazma. Ama saat 01.42 içim içimi yedi ve aldım bilgisayarı önüme.

Akşamdan geceye giden saatlerde metro istasyonundayım. Kalkmak üzereydi, aceleyle bindim ve hemen solumdaki boş bir yere oturdum. Sol yanımda 70 yaşlarına yakın bir teyze, sağ yanımda bir amca. Teyzenin de sol yanı boş. Bir durak gittik ve Osmanbey durağında teyzenin soluna torunu olabilecek yaşta genç bir çocuk oturdu.

İşte bu andan itibaren vay benim halime!

Teyze yanındaki oğlancağıza santim değmemek için tribe girdi. Hop benim kucakta. Sıkıntıdan patlarken sonraki durakta sağımdaki amca inince onun yerine kaydım, teyze de benle beraber. Çok sevindi eline erkek değme ihtimalinden kurtulduğu için. Bir de alt takma dişlerini sürekli diliyle bir dışarı bir içeri yapmasa kucak kucağa olayına katlanacağım.

Ama teyzem için kara bir gündü ve boş kalan yanına gene gençten güzel mi güzel bir adam oturuverdi. Teyze bu sefer komada. Korkudan iyice tepeme çıktı. Başladı tövbe etmeye günaha girdim diye. Herkesin inancı kendine ama çocukların tek derdi eve gidip uyumak her hallerinden belli. Etrafları umurunda bile değil. Üstelik bir tanesi elinde din dersi notları ile duruyor.

İçimden dedim teyze biliyor musun istatistiklere göre, benim lezbiyen olma ihtimalim yanındaki delikanlının gerontofili olma oranına göre kat be kat yüksek. Ama sen benim kucağımdasın. Nedir o kadındaki korku anlamadım. Çocuklara bir de ters ters bakışı var ki, eyvahlar olsun. İffetini korumak için var gücüyle mücadele eden teyzeden bir de tuhaf koku yükseliyordu. Sonra ayaklarımın altından kapıya doğru süzülen kırmızı suya baktım. Diğer yolcuların da dikkatini çekti. Teyzem inmek için ayağa kalkınca gördük ki, elindeki beyaz poşette bir kelle, poşet delik, kanlar yerlere akıyor. Korkunun değil ama kokunun sebebi anlaşılmış oldu.

Ne kelleden, ne de teyzemin yaptığı gibi o delikanlılardan korktum. Ama tertemiz yüzlü ve torunu yaşında 2 tane delikanlıya verdiği tepki ile onları seks objesi haline getiren teyzenin yetiştirdiği çocukları düşününce korkmadım değil. Umarım erkek çocukları yoktur…

Kadınla erkeğin en sıradan paylaşımının sapkınlığa, şiddete, zavallılığa dönüşmesinin en büyük sebebi cinsel eğitimin olmayışı. Bilgi sığınılacak en güvenli limandır ve insanı korkulardan arındırır. Erkeklerden korkarak değil, hem kadınları hem erkekleri nasıl daha bilinçli hale getireceğimizi düşünerek ve çözüm bularak yaşayalım.

9 Ocak 2011 Pazar

BİSİKLET

Çocukluğumun ilk evreleri tek çocuk ve tek torun olmanın garip halleri ile geçti. Fazla seviliyor, fazla korunuyor ve çok da fazla sıkılıyordum aslında ama dünyanın en içine kapanık tipi olduğumdan sesimi çıkaramıyordum. Ben değil de, etrafımdaki bütün büyükler çok şımarıktı. Bana aldıkları, benim için yaptıkları, bana davranışları ebeveyn şımarıklığının en üst seviyesindeydi. Sakınan göze çöp batar ya, fanusta büyüttüklere prensesleri bir gün 4. kattan apartman boşluğuna çakılıverdi. Ölümden dönünce gözbebekleri, bizim aile hepten sapıttı. Yaşadığım travmadan mı, çok küçük olduğumdan mı düştüğümü değil de, çevremdekilerin nasıl sapıttığını çok iyi hatırlıyorum. İyileşme sürecinin ardından tam anlamıyla evde beslenen evcil bir hayvana döndüm. Her gün süregelen burun kanamaları ve kafamdaki çatlaktan dolayı doktorun aman bağırmayın, üzmeyin demesi sonucunda vay başıma gelenler. “Neşe onu yemez, bunu sevmez, şunu giymez” , “Ses etmeyin uyusun” , “Çok kitap okumasın baş ağrısı olur, gözleri bozulur”…

Bunlar en hafif olanlarıydı. Asıl ağır olan ise dışarı çıkarken belden omuza kadar takılan “tasma” ve annemin elindeki ucu. Etraftakilerin garip bakışları ve gülüşmeleri arasında minik finocuk ben, lunaparka gider çocukları izlerdim. Sonra parkta bisiklete binenleri… Düşerim diye bisikletim başkasına verildi ve bana sadece arkasından bakmak kaldı.

Ben bunları yaşarken Türkiye’de başka düzeneklerin tekerlekleri dönüyor, hayat değişiyordu. Babam eve geç gelmeye, gelmemeye ya da ambulansla gelmeye başladığında, evde en çok kullanılan kelimeler grev, lokavt, eylem, sendika olmaya başlamıştı.

Oturduğumuz dairenin camının altında ise “oligarşi mezara halk iktidara” yazıyordu…

Yıl 1977, tarihlerden 1 Mayıs, yer Taksim Meydanı… Babam benimle ilgili daha cesaretliydi. Kadınların etrafıma ördüğü kozayı deler, futbol sevgisini, sokakları, hayatı benimle paylaşırdı. Ve bayramdı o gün, kızını omuzlarına alıp, arkadaşları ile meydana yürümeye başladı. Tarihin bilenen detaylarına girmeden eve yine ambulansla getirildiğimizi, daha doğrusu kaçırıldığımızı söylemem yeterli olur herhalde…

Ve sonra daha fazla şey değişmeye başladı…

10 yaşıma geldiğimde küçük prenses değil, yetişkin olması ve hayatı tek başına göğüslemesi beklenen biri oldum bir anda. Ama bisiklete bile binemiyordum. Çorabımı hep annem giydirdiğinden onu bile beceremiyordum… Hikâyenin buradan sonrasına gerek yok. Mesele, doğuştan itibaren düşe kalka büyümeyi öğrenmek… Korkusuzca ve ileriye bakarak gidebilmek… Cahilden daha cesaretli olmanın yolu olan bilgiye ve kendine güvenmek… Etrafımıza örülen korku duvarının arkasını merak ederek sormak, sorgulamak, cevapları istemek… Bireysel ve toplumsal hedeflere varabilmek için yürümeyi ve bisiklete binmeyi öğrenmek… Hayat çocuklarımıza öğretmeden, onların dizlerinin yaralanmasına izin vermek… Yönetenlerin bizlere taktığı görünmez tasmaları görülebilir kılmak ve görünenden kurtulabilmek… Birey olmanın, kadın olmanın ve bilginin var ettiği, sevgiyi içine kattığımız heyecan verici güzellikte bir geleceğin hayalini gerçekleştirebilmek…

Her birimiz başka bir şeyde bulacağız bu gerçeği. Yaptığımız işte, çocuğumuzda, doğada, yazıda, resimde, müzikte… Kendi gerçeğimizi bulduğumuzda dünyanın gerçeğini görmek de daha kolay olacak. Kendimiz bulamadığımızda bir dış sesin söylediğini dinlememiz gerekecek bazen. Kimilerimiz kendimizden o kadar uzağa gitmiş olacağız ki, o dış sesin gücüyle yerimizi bulacağız ve kendimizle bütünleşeceğiz.

Bana yaz diyen bir dış sesim var uzun süredir. Tek bir cümlemi kendimle bile paylaşamazken bir eli ile hep sırtımdan ileriye doğru iten. Düşe kalka yaz diyen. Bir gün onu duydum, sonra dinledim, sonra da dış sesimle, iç sesim birleşti ve korkumdan arındım. Şimdi beni yüksekten itti. Aşağı düşerken kanat takıp uçabilmek bana kalmış. Ama o beni itecek kadar seviyor biliyorum.

Görünen Kadınıma teşekkür ediyorum…

NOT: Kızımın bisikleti ile koridordan salona kadar gitmeyi ve hatta geri dönmeyi başardım…

5 Ocak 2011 Çarşamba

KAPASİTE MESELESİ...

KAPASİTE MESELESİ…
“Bir Söğüt Dalıyım En Şiddetli Rüzgâra Karşı Direnip Bir Elin İki Parmağı Arasında Kırılabilen…”
İçime derin bir nefesle çektiğim soğuk hava ciğerlerimi acıtıyor. Ellerim olmadığı kadar kırmızı ve sızlıyorlar. Kalabalığın arasında hızla yürürken gözlerimi kapıyorum. Göz kapaklarım zaten yorgun olan gözlerimi ortamdan bir an için soyutluyor. Duruyorum. İnsanların yanımdan gelip geçişini hissederken, sonsuz uğultu kulaklarımı yoruyor.
Yüzlerce hayatın akıp geçtiği insan nehrinin ortasında kalakalıyorum. Hiç birini tanımak istemiyorum. Hiç birinin acısını dindirmek istemiyorum. Beni sevmelerini, kendilerini sevdirmelerini, anılar yaratıp arkalarında özlem bırakmaklarına izin veremiyorum.
“Ne kadar az anı, o kadar az acı”
Ne kadar kazanırsan o kadar kaybedeceğin duygu tüccarlarının arenasında savaşamayacak kadar sınıra geldim. Acı kapasitem dolu…
Gitmeyi seçenler, seçmeden gidenler, yıkarak gidenler, bilmeden yıkanlar, zayıflar, sevgisizler, sabırsızlar ve diğerleri… Acı eşiğini atlamama sebep olanlar… Yenilerini istemediğim yaralardan kalanlar kabuk bağlıyor. Onlara sevgi gösteriyorum şimdi ve iyileşmiş gibi yaptıkça gülmeyi başarıyorum. Kahkahadan kalkanım ruhuma dokundurmayacak kadar sağlam.
Gözlerimi bir kez daha kapayıp içime bakıyorum ve en derindeki yaraların geçmişine de gülümsemeyi unutmuyorum. Barıştık, varlıklarını kabul ettiğimde ve epey zaman geçti üstünden. Yenilerini kıskanmalarına gerek yok. Çünkü asla eskisi kadar derin değiller.
En büyük acıyı yaşadıktan sonra insan, ilk tepkisi korkmak oluyor. Korkup kaçmak. Kaçtıkça uzaklaşmak. Korku Çin Seddi gibi ördükçe etrafını, alan daralıyor ve kontrol edilebilir hale geliyor. Bir zamanlar umarsızca savurduğun, heyecanla sağa sola dağıttın duygular beyninin emrine giriveriyorlar. Sonrası ise ihtiyaç anında duygudan duyguya çabucak geçişler yaşamak. Uçan balonların yerini, düşünce balonlarının aldığı, dinlediğin şarkıdan bile etkilenmekten kaçtığın için gözünün önüne notalar getirdiğin, insanlara bakmaya bıraktığın süreç işliyor.
Tik tak, tik tak… Saat gibi kusursuzca hareketlerin ve alandan taşmadan yaşamanın zamanı… Oysa bungee jumping gibi olmalıydım. Bir an için dibe vurup, sonra gökyüzüne çıkan. Duvarları başkaları örecekti, bense yıkacaktım onları. Kalkanlar çok sevdiğim fantastik dünyanın uzay gemilerinde var olacaklardı ve de tarihten kopup gelen filmlerde.
Bir tablo gibiyim gün ışığına terk edilmiş ve renkleri giderek solan. Görünmez oluyorum yavaş yavaş, makineleşmenin sert bil silgi gibi üzerimden geçip, müsveddemi kırıştırmasına bile kızamıyorum. Tepkisizlik, ne acizlik! Ama yapamıyorum. Ressamın fırçasının ucunu gözüme sokmasını ya da bir elin beni yüksekten atmasını bekliyorum. Beni itmeye cesaret edecek kadar seven biri… Tekrar görünür olmamı sağlayacak kadar beni gören. Beni düşürüp kendi başına kalk diyecek kadar dost. Hem söğüt ağacı hem de incecik bir dal olduğumu, ikisinin de ben olduğumu anlayacak kadar gören, görünen biri…